Bir sene önce Ordu-Giresun uçağındaydım. (Başka iki isimli havalimanı var mı dünya üzerinde iki şehrin ortasında?) Teneffüshane’yi anlatacağım yazıyı bitirmeyi ummuştum uçak inmeden. Alper’in ikinci, benimse Giresun’daki ilk duruşmama gidiyordum. Yazı havada bitti. Duruşmadan saatler önce Teneffüshane yayın hayatına başladı. Alper o celse çıkamadı.
Şimdi… Yine uçakta yazıyorum. Evet, umudum yazıyı Giresun’a gelmeden bitirmek. Ve bu gece Alper’in de olduğu bir masada olacağım.
Alper kim mi? Sen, ben yahut işte kim istersen.
Bu topraklarda hasbelkader yaşıyoruz. Buna alışıyoruz. Şaşırmıyoruz. Şaşırmadığımıza arada takılıyoruz.
Epeydir yazamıyorum. Yazmamı bekleyenler var üstelik, biliyorum.
Epeydir bağırmıyorum. İçimden çığlık atmak gelmiyor mesela. Bu iyi bir şey mi, bilmiyorum.
Cam kenarı insanıyım. Yanımdakiler uyuyor. Halbuki dün gece uyumadım. Tuvalete gitmeliyim ama uyandıramam onları, servisi bekleyeceğim.
Son cümle hayatımı da özetledi aslında. Kimseye zarar vermemek için kendime kıyarım ben. Ve yanlıştır, bu. Bilirim de yaparım. İlla ki pencere veya balkon, hiç olmazsa bir ezgi eşlik eder bana. Hayata tutunma biçimleri herkesin parmak izi gibi olsa da, var bir yolu. Her zaman.

Deniz, buraya kadar okuyunca, “Bu kız sıkılmış” diyecek içinden, haklı da. (Gerçi yeşillenmeye başladım :)) Bir süredir konuşuyoruz onunla, maalesef daha çok telefonda. “Neden bu meslek nefes aldırmıyor?” Yani başka başka çiçekler neden açamıyor bahçemizde? Neden 7/24 avukatız? Geçen gün Şenol, en zor senin mesleğin bence deyince, bir an durdum ve başımı salladım istemsizce… Herkese zor bu hayat, bu topraklarda. Bana bir süredir daha zor çünkü hayır demiyorum. Çizgilerim silikleşti. Kendimi bir vakıf gibi hissediyorum çoğunlukla. Mesleğimi yardım gibi görüyorum, olmuyor haliyle. Ayrıca ne haddime!
Sevdiklerime, önceliklerime, kendime yetişemiyorum.
Esra Oflaz Güvenkaya paylaşmış Ocak ayında aşağıdaki satırları. O dönemde de beyin kanaması geçirdiğini anlatıyor en son paylaşımında. Bana çok tanıdık geldi…
“İş insanı olmak, kadın olmak, anne olmak, eş olmak; hem çoklu görevli, hem de Türkiye’de olmak yoruyor insanı. Omuzlarımızdaki yükler, sorumluluklar, zorluklar her geçen gün stres tolere oranımızı farkettirmeden arttırıyor. Şahsen uyguladığım 26 sn lik günlük bağlantı meditasyonlarım da, sabah 7.00 de yaptığım sporlar da yetmez olmuş. Her şey çok hızlı, çok acele. Bir baktım kurulmuş bebek misali yola devam ediyorum. Uykularım gittikçe azalmış, uykumdan çaldığım zamanlarıma; kitapları, düşünceleri, yeni iş geliştirmeleri sığdırmışım. Kendimle gururlu fakat yorgunmuşum. Hep daha acele, hep daha fazla.
Kızımın sömester hediyesi olarak geldiğim bu tatil bana üç önemli şey öğretti; ihtiyacı olanlarla paylaşmak isterim.
Daha uzun es lere doğada ihtiyacım olduğunu. Özellikle Zihni’mi durdurmak için. Dört saatlik kayak yapmak, dört saatlik doğada meditasyon demek. Ruhumu dinlendirdi. Temiz havada nefes almam gerektiğini. CO2/ Karbondioksit dünyamızın da bizim de sonumuzu getirecek. Davos’ta toplu çözüm araya dursunlar, biz kişisel çözümümüzü bulmalı, nefes almalıyız. Lavanta tuzu: stres atmanın en ucuz, en kısa ve en etkili yolu.”

Geçen Mayıs’ta hafif çakırkeyif, biraz “hani böyle bir duvara yaslanma hissiyatındayken” bir taksiciye denk geldim. En esaslı taksici sohbetim. Birden nasıl olduysa meslekten, Almanya’dan dönen kızından, kalp rahatsızlığının hayatını nasıl da etkilediğinden, benim gözü kapalı çalışmak istediğim Türkiye’deki tek şirketten kendisine gelen iş teklifinden, hayatın mucizelerinden, akademiden bahsettik. Bana kurduğu birkaç sihirli cümleyle beni hayata aşıladı. Hani bir yarık açar, başka bir ağaç dalıyla bağlar ve sararsınız ağacı. Yahut kendinizi.
Tam beş kere “Yılmayın” dedi bana.
Ben… Söz verdim.
Şimdi tuvalete gitmeliyim.
Bir yerden başlamalı sonuçta.