Almış olduğum bir haber karşısında öylesine üzüldüm ki! Akacak mecra aradım, bulamadım.
Esasen bulamamak da değil, istememek…
Derken iki haftaya yakın zaman geçti ömürlerimizden, Simge’den bir mesaj. “… Bir de son yazımı okudun mu…”Okumamıştım, otobüs bekliyordum, hava soğuktu, sıcacık çift katlıya binince bir anda uykum gelecekti, uyuyup kalacaktım yazıyı okumayacaktım…
Okumalıydım…
Eldivenimi çıkarttım; esas görevi olan sesimizi uzaktakine ulaştırma görevini çoğu zaman unuttuğumuz telefonumu çıkarttım, yazıyı açtım…
Yazı benden de bahsediyor…İşte o an, o üzücü haber hakkında yazacağım yazıyı hangi mecraya teslim edeceğimi buldum. Gelelim günümüze…O üzücü haber hakkında yazacağım yazının pişmesine daha var. Yine de her daim her yerden geldiği üzere başka üzücü bir haber geldi hafta sonu…Yine üzücü bir haber ve ben gelen iki taziye mesajına cevap vermek haricinde ne sosyal medyaya yazdım, ne de başka bir yere…

Ses hafızamızın en güzide yapı taşlarından birini yitirdik.

Onun sesi ile can verdiği aktörlerden bahsetmeyeceğim. Bahsedeceğim şey yaşadıklarımla ilgili…

Zamanda yolculuğu DeLorean ile yapamasak da en azından anılar ile yolculuk yapabiliriz. Gelin şimdi bütün çocukluğum boyunca arabaların uçacağını düşlediğim 2000’li yılların ilk çeyreğine ve o hayallerin kurulduğu Konya şehrine gidelim.

Bir arkadaşım ile bir cafede oturmuş bir masaüstü oyunu olan Metropol hakkında taktikler geliştirmeye çalışıyorduk.
Kapı keskince açıldı. Bir ses sıcak içeceğin olup olmadığını sordu. Ses öylesine gürdü ki adeta duvar oluşturuyordu, soranın cismini görmemiz için yankının dağılmasını beklememiz gerekecekti.

Sesin sahibi; 50’lerinin sonunda ya da 60’larının başında sakallı bir Bey. Yanındaki kadın ile içeri girdiler, bir masa seçtiler ve oturdular. Aynı ses ikinci kez duyulduğunda kahve siparişi vermişti ve bütün cafe sakinleri işi-gücü bırakmış adamın ağzından tekrar kelimelerin dans ederek süzülüşüne şahit olmak için beklemeye başlamıştı.

Aramızdaki sessizliği “bu ses” diyerek ben bozdum. Çocukluğundan beri seslendirme yapılmış belgesel, film ve çizgi film izlemiş, sesleri ayırt etmekten hoşlanan ve güzel seslendirmeyi çok seven ben; “o ses” hakkında bilgi vermeye başladım. Yanımdaki arkadaşım, o kişinin seslendirme sanatçısı olduğuna inandı inanmasına ama halen başının üstünde şimşekler çakmamıştı. Şirinler çizgi filminin sadece açılışında geçen o sesten örnek verdim. Kabul gördü, bu ses o ses idi.

Radyoda “Arkası Yarın”ları, “Radyo Tiyatrosu”’nu da severek dinlemiş, seslendirme seven bu satırların yazarı, bu ses ile mutlaka tanışmak zorundaydı. Arkadaşımı ikna ettim ve yanlarına gittik. Mahçup bir şekilde altı-yedi saniye kadar masanın yakınında bekledik. Kadının bizi işaret etmesiyle adam lafını bitirdi ve bize döndü baktı.

Kendimizce iyi çocuklar olduğumuzu, ormana da gittiğimizi lakin Şirinler’i hiç görmediğimizi bahsederek konuya girdik. Adam gülmeye başladı, gülerken öksürük geldi, biraz öksüre biraz güle eliyle sandalyeleri göstererek masasına buyur etti.

Konuştuk, tanıştık. O gün bize cesur olmamızı öğütledi.

“Gerçi böyle bir giriş yaparak cesaretinizi gösterdiniz ama Anadolu insanı girişkenlik konusunda cesur değildir. Siz cesur olun.”

O görüşme sonlandıktan sonra neden Konya’da olduğunu düşündük. Akla yatkın en mantıklıca açıklama turne için gelmiş olmasıydı. “Gerçi bu hafta dışarıdan bir oyun gelmedi ama başka ne işi olsun ki ?” genel kanıydı.

Bir hafta sonra DT yakınlarında yürürken gördüm onu. Sonra yine… Tekrar gördüğümde o oturuyordu, ben yürüyordum. Yanına gittim, çay ısmarladı, lafladık. Sonra yine, yine… Neden Konya’da çalışmak durumunda olduğunu bile anlattı. Aramızdaki yaş farkına rağmen, “akranım olayı anlatırmış gibi” gülüyordum. Yönettiği oyunu da izledim, rol aldığı oyunu da.

Derken araya hayat girdi, ben okulu bitirmenin derdine düştüm, o bizim şehirden gitti. Hikaye de böylece bitti.

Ta ki 10 Mart 2018’e kadar…

Ajanslara düşen haber ünlü seslendirme sanatçısının öldüğünü söylüyordu.

Çocukluğumdan beri bahar akşamınlarında ezan okunurken; onun televizyonda tok sesiyle “Bizlere yaşama sevinci ver, her türlü güçlüğe karşı dayanma gücü ver” demesi gelir aklıma.

Nur içinde yatasın Nur Subaşı…