Geniş vadinin güneye bakan yamaçlarındadır Yusuf’un evi. Evin ön tarafından ova kuş bakışı görünür. Sanki bir ressam elinden çıkmış gibi bahçeler, tarlalar, kanallar ve yollar uzanır. Dünyanın en güzel baharı burada yaşanır. Yeşilin her tonu, badem, erik ve akasya çiçeklerinin kokusu sarhoş eder insanı. Geceleyin karşı dağın eteklerindeki belirli belirsiz yıldızlar gibi yanıp söner köylerin ışıkları.

Ayaklarının altındadır ova. Asfalt yola paralel uzanan Yeşilırmak sabahın ilk ışıklarında pırıldayarak akar. Arabalar mı çabuk varır, Yeşilırmak mı varır Karadeniz’e bilinmez ama her ikisini de seyretmek yeşil ve mavi bir huzur verir insana.

Yaz ayında daha bir coşar doğa. Çiçeklerin ve ağaçların her bir rengi her bir tonu birbirine karışır. Hele bir de haşhaşların mor ve beyaz çiçekleri açmaya görsün. Doyumsuz bir görsel şölen gelir oturur göz bebeklerinize.

Akşamları kuzeyden esen rüzgar, semaverin dumanını ovaya savurur. Yanık yanık çam kokar çayınız. Uzaklardan köpek sesleri, rüzgarın uğultusuna karışır “Bir gün daha akşam oldu, yarına ne kaldı?” diyerek çekersiniz içinizi.

“Yarın bağ bozumu” diye içini çekti Yusuf. Dumanı tüten semaverin başından kalktı. Aksayan sol ayağını tutarak bahçenin kenarına doğru yürüdü. Tepeden ovaya doğru baktı. Yıldızlar yanıp sönüyordu her yandan.

Askerden döndüğünde bir bağ bozumunda görmüştü Elif’i. Traktörün arkasındaki vagonda, dağ köylerinden topladığı ırgat kadınlar ve kızlar vardı. Traktör toprak yoldan aşağı ovaya doğru kıvrıla kıvrıla ilerliyordu. Asfalt yola geldiklerinde yolculuk daha kolaylaşmıştı. Uçsuz bucaksız ovanın ortasında yeşilin sarıya döndüğü bağda, küçük bir kulübenin önünde durdular. Vagondaki kadınlar ve kızlar ellerinde bohça ve sepetlerle aşağı indiler.

Kulübenin kapısında Yusuf’un anası Fatma Kadın, elindeki torbayı göstererek “Hoş gelmişsiniz, gelin bıçaklarınızı, makaslarınızı alın” diye bağırdı.

Bıçaklarını ve makaslarını alan ırgatlar asma sıralarına sağlı sollu dizilerek üzüm kesmeye başladılar. Yusuf her sıranın başına bir boş kasa bırakıyor sonra tekrar başa dönerek dolan üzüm kasalarını vagona taşıyordu. Askerden geleli üç ay olmuştu. Anası “hayırlı bir kısmet bulup everelim” diye komşulara duyurdu.

Sıranın başında dolan üzüm kasasını kaldırdığı anda göz göze geldi Elif ile. Oyalı tülbendinin altından sarkan kâkülleri, terden ıslanmış, alnına yapışmıştı. Ela gözleri kıvılcım saçıyordu. Kumral teni güneşte yanmış üzüm kurusunu andırıyordu. Yusuf kucağında üzüm kasası ile öylece kalakaldı. “Sen nerelisin?” diye sordu. Elif “Sarıçiçekliyim” dedi. “Sizin köyde üzümü böyle mi doldururlar? Belim kırıldı!”… Elif gülümseyerek “İşimiz tez bitsin, köyümüze varalım” diye cevap verdi. Ağır üzüm kasasını tutmaktan elleri ve ayakları titreyen Yusuf, vagona doğru yürüdü, son bir gayretle kasayı yerleştirdi.

Öğle yemeği vakti anasının yanına çöktü Yusuf, “Sarıçiçekli bir kız var ana, kimin nesi?” diye sordu. Fatma Kadının kaşları çatıldı, “Bula bula dağlı Çerkez kızını mı buldun?” dedi. “Nesi var ana, boylu poslu, endamlı tam sana göre bir gelin olur”, Fatma Kadın “Onlar ovaya kız vermez oğlum.” dedi. “Sen bir çaresini bulursun, hem demiyor muydun hayırlı bir kısmet diye, işte kısmet” diyerek kalktı sofradan Yusuf.

Elif’in ela gözlerindeki kıvılcım Yusuf’un gönlüne düşmüştü bir kere… Her fırsatta Elif’in üzüm kestiği sırayı kontrol ediyor, onunla konuşmak için bahaneler arıyordu. Yusuf’u gören kızlar Elif’e bakarak gülüşüyorlardı. Yusuf her gün anasını sıkıştırıyor “kız istemeye gidelim” diyordu. Fatma Kadın durumu kocası Mustafa Onbaşı’ya açmış, o da aracılarla Elif’in babası Uzun Halil’e haber göndermişti. Bu arada bağda üzüm kesme işi bitmiş, ırgatlar başka bir bağda çalışmaya başlamışlardı. Birkaç gün sonra Sarıçiçekten beklenen haber geldi; “Bizim ovaya verecek kızımız yok!”. Bu haberi duyan Yusuf’un eli, işe güce varmaz oldu. Anası her ne kadar “sana kız mı yok, başka kısmet ararız” dese de gözü başkasını görmüyordu. Her akşam traktöre binip dağ köyüne gidiyor, Elif’i görürüm umuduyla etrafta dolaşıyordu.

Bağ bozumu bitmiş, üzümler kesilmiş, pekmezler yapılmış, kömeler ipe dizilmiş, pestiller serilip güneşte kurumaya bırakılmıştı. Yusuf, Elif’i bir türlü unutamıyor onunla evlenmeyi her şeyden çok istiyordu. “Bu eve Elif yakışır” deyip, anasının gösterdiği kızları istemiyordu. Kafasına koymuştu. Kızı kaçırmaktan başka çaresi kalmamıştı.

Hava artık soğumaya, güz mevsimi kendini iyice hissettirmeye başlamıştı. Serin bir güz akşamı Yusuf, arkadaşı Kemal ile traktöre binerek Sarıçiçeğin yolunu tuttular. Yusuf bir yandan traktörü sürerken diğer yandan Kemal’e cesaret veriyordu; “Çok kolay olacak ben kızı kucaklayıp vagona atarım, sen traktörü ovaya sürersin” diye anlatıyordu.

Köye geldiklerinde hava kararmak üzereydi. Sığır gelmiş, herkes ineğini danasını ahıra sokup akşam sütünü sağmaya hazırlanıyordu. Yusuf traktörü Uzun Halil’in evinin arkasındaki kavakların altına gizledi. Evi gözlemeye başladı. Elif evden çıktığı anda atmaca gibi kapacaktı onu. Kemal traktörde onları bekliyordu. Yusuf elini beline attı, silahını kontrol etti. Her şey tamamdı.

Biraz sonra evin kapısı açıldı, Elif ahırın yanındaki kümese yaklaştı, eğilip tavuklara baktı, hepsi tünemişti. Kümesin kapısını kapattı. Tam doğrulmak üzereyken Yusuf belinden kucakladı, diğer eliyle de ağzını sımsıkı kapatıp traktöre doğru sürüklemeye başladı. Elif direndi, kollarını, bacaklarını savurdu çırpındı, eve doğru bağırmak istedi ama fayda etmedi.

Yusuf, Elif ile birlikte vagona yuvarlandığında traktör çalışmış ovanın yolunu tutmuştu. Elif iri simsiyah gözlü, dalgalı saçlı, yanık esmer yüzlü Yusuf’u tanımıştı. Geniş omuzlarıyla vücuduna abandığı için kıpırdayamıyordu.

“Alçak, insan bağında çalışan ırgata göz diker mi?” diye dişlerini sıktı. Yusuf; “Sen ırgat değil, evimin gelini olacaksın” dedi.

Elif kurtulmak için çırpındı durdu. Yusuf avını yuvasına götürmek için bütün gücünü kullanıyordu. Traktör, Mustafa Onbaşı’nın tepedeki evinin önünde durdu. Sesleri duyan Fatma Kadın, kapıya fırladı, peşinden Mustafa Onbaşı ve kızları çıktı. Vagonda Yusuf ile Elif, itişip kakışıyorlardı. Bir ara Elif’in eli Yusuf’un belindeki silaha dokundu. Dağ kızıydı silah kullanmasını biliyordu. Silahı çekmesi ile ayağa kalkması bir oldu; “Bırak beni!” diyerek silahı Yusuf’a doğrulttu. Yusuf şaşkınlık içinde ayağa kalktı. Vagonun üzerinde karşılıklı durdular. “Beni anama babama rezil ettin!” dedi Elif, “Anan baban seni verseydi böyle olmazdı.” dedi Yusuf ellerini açarak.

Fatma Kadın “Elif, kızım bırak silahı, namusun bana emanet!” diye bağırdı. Bunu fırsat bilen Yusuf, bir adım attı. Daha adımını atar atmaz silah sesiyle yere yığıldı. Gözünü kırpmadan tetiğe basmıştı Elif.

O günden beri sol ayağı aksıyordu Yusuf’un. “Daha bundan sonra köyüme dönemem” diyerek Fatma Kadının elini öpmüştü Elif “Kendi isteğimle kaçtım” diye haber saldı köye. Yusuf’un yarasını ‘görünmez kaza’ diye bildi herkes.

Fatma Kadın her yıl bağ bozumunda lokma döker, helva pişirir, konu komşuya dağıtırdı. Allah bana hem oğlumu bağışladı hem de Elif’i verdi diye dua ederdi.

Ovaya bakan evin kapısı açıldı. Elif elinde tepsi, dumanı tüten semavere doğru yürüdü. Yusuf aksayarak yanına geldi, “Çocuklar uyudu mu?” diye sordu.