Kuru dallara sardın beni, kundaktaydım. Uyuma uyan! Helal etmiyorum hakkımız olan hiç bir tümceyi, paylaşsınlar gözaltımızın mor halkalarını. Melek değiliz ki biz, iyi bile değiliz çamurdan bedenimiz. Bir ateş var kaburgamızın kavuşamadığı o yerde, biz’den esirgedikleri yağmuru yanaklarından toplayacağız.

BİR KAHKAHA KAÇIYOR DUDAKLARIMDAN

Çocukken nasıl da her şeye inanırdım, bizi leyleklerin getirdiğine, yaramazlık yaptığımızda öcülerin götüreceğine, leyleklere, masallara, kahramanlara. Şimdi hepsine tebessümle bakıyorum da, tüm annelerin orospu olduğuna inanışım incitiyor beni.

Yine yataktan sıçrayarak uyandım. Gözlerimi açtığımda günün aydınlandığını fark edemedim. Normalde böyle değilim, en azından bir süre öncesine kadar değildim. Sabah dinç bir şekilde uyanır hazırladığın kahvaltılarda şen şakrak sohbetimizi ederdik. Şimdi ise günlerim tamamen başıboş geçiyor. Ne yataktan kalmaya halim var ne de günleri saymaya. “Artık uyuyamaz, çok da yıpranır” diye tahminlerde bulananlar oldu, tam aksine uyuyorum. Günün üçte ikisinde uyuyorum. Bu gün ayın kaçı onu bırak, hangi ayda olduğumuzu bile bilmiyorum. Önemsemiyorum takvim yapraklarının dökülüşünü.

Yüzümü ovalarken birkaç oyuğa denk geldi parmaklarım. Sağ yanağımın ortasında yuvarlak çöküntüler oluşmuş. Bileğime ilişti gözlerim, bilekliğin yoktu kolumda. Ah bu bilekliğe böyle bağlanmamalıyım diye söylenirken hızlıca yataktan fırladım. Tahtakuruları tarafından kemirilmiş ahşap bir merdivendi bulunduğum odayı salona bağlayan. Koşarak indim birkaç basamak, sonra salona açılan kapı çıktı karşıma, yavaşça kapıyı araladım karşı koltukta uzandığını gördüm. Başını biraz yana yatırıp dudaklarını büktün, sabahın bu zamanlarında hep böyle yaparsın. “Zaten o bilekliği çok da beğenmiyordum. Neden diğerleriyle beraber birine vermedin ki?”. Önceden olsa sana “Çok biliyorsun” der, burnuna işaret parmağımla bir fiske vurarak çocuk gibi huysuzlanmanı sağlardım. Seninle yer değiştiriyor olmak bana şaşırtıcı şekilde huzur verirdi. Ama şimdi dokunamıyorum, kaybolacağından korkuyorum.

Üç hafta oldu.

Sahi kaç gün oldu haber geleli? Hah, gün mü? İlk kavuştuğumuz zamanlarda buluşmalarımız ne de çabuk biterdi. Senin beceriksiz ellerin benim beceriksiz dillerim, korkusu fazla hikayeler yazdırırdı bana, kaçak göçek buluşmalarımızda. İyi ki göndermişler diyorum beni o kuran kursuna. Belki okumayı öğrenemedim ama seni buldum orada. Kıvrım kıvrım omuzlarından aşağı süzülen saçların siyah iri gözlerin, hayalimdekinden çok farklıydın aslında. Ah benim fütursuz dillerim insan içinde bir kez daha boyun büktürdüm sana “annelerin hepsi orusbu mudur” dedikten sonra, binlerce kez özür dilerim anne dayaktan işkenceden kaçıp gidenlerin yapıştırmasıymış, bir iftiraymış aslında. Dikkat et derdin, dikkat etmek, babam da pek de işe yarayan bir şey değildi aslında. Hatta yalvarırdın “Dilini tut” diye “çok konuşursan büyüyemezsin unutma” Ben de çabuk büyümek için susardım.

Senli saniyeler ne kadar hızlıysa, sensiz olanlar da o kadar yavaş şimdi. Yavaş ve acı dolu… Her bir saniyesini bu kadar derinden, kanayarak hissederken bunları toplayıp da “gün” gibi ufacık bir kelimeye sığdırarak hesap yapmak çok saçma değil mi? “Haklısın ama şu konuyu değiştir”. Ne yapayım, o illet seni bana daha az getiriyor işte. Dün yoktun mesela, ben de umut tanelerimden bir kısmını daha paketleyip çöpe attım.

Doğrulmaya çalışırken öksürmeye başlıyorum. Boğazıma bir acı saplanıyor. Hiç şaşırmadım diye fısıldıyorum kendi kendime. Ne de olsa ananın bahtı kızına. Benim de mi ciğerlerim isyana başladı? “Ne dedin? Söylediklerini on kez tekrarlatmaktan sıkıldım. Yıllardır şu desibel sorununu çözmedik” diye dalga geçiyorsun yanımda. Bu cümle bir şefkat dalgası gönderiyor yüzüme. Senin bardağını alıp kahve yapıyorum. Ama kahveyi kendi bardağıma dolduruyorum. Senin bardağını da tam karşıma bırakıp masaya yerleşiyorum. İçimden sen sabahları kahve içmezsin, deyişini tekrar ediyorum usulca. Evet, sevmem, ama birkaç değişikliğin zamanı gelmedi mi? Sonra tuz tadı alıyorum aniden. Gözyaşları önüne geçilemeyecek şekilde akmaya başlıyor. Bu kısımda odaya yürüyorsun genelde. Durmayacağımı biliyorsun. Bardağı sertçe masaya çarparak kalkıyorum yerimden. Tek tek sayıyorum, seni bana yasaklayan babama, işkence gördüğümüz amcama, iş yükünden kamburumu çıkaran üvey anneme, beni on üç yaşımda kocaya veren dedeme ve artarda yedi kez özür diliyorum senden, çocuktum bilmedim, daha önce kaçıp gelmemenin pişmanlığını yaşıyorum. Beni kocaya verdikleri o günü hatırlıyorum da sokak ortasında gel gidelim diye çekiştirdiğin, babamın onunla gidersen öldürürüm o kadını dediği günü. Ben, gelemedim seninle anne.

Pişmanlıklarımdan bir kaçını sıradaki gözyaşıma yüklüyorum. Hepsine güçleri yetmiyor zaten, bırakıveriyorlar kendilerini, yanağımdan sekip çenemi çiziyorlar. Beni seninle nasıl vurdular duysaydın anne, sen bile insafa gelirdin. Sana diyemediklerimi anlatmaya o kadar muhtacım ki. Yine kızmıyorum da eklemlerimden kırılıyorum, kan biriktiriyorum dişlerimde, gene ağlıyorum. Bu çıkmaz beni mahvediyor. Nükseden ağrılara gebe gece… Belki de ilk defa aynı sancıyı tuttuk iki ucundan ben beş yaşındayken. Vururlarken sırtımdan senin de sırtın acıdı mı anne. Beni görmeden sızladı mı eskimeyen yaraların? Kucakladın mı beni, öptün mü acıyan yerlerimden?

Binlerce kucaklama yarım kaldı aramızda. Yüzlerce eksik ninni var, söyleyecektik daha. Ben gene sesimin kötülüğünü durmadan yineleyecek, seni övüp duracaktım. Sonra saracaktın beni kollarınla, dizinde uyuyacaktım. Sen yine koca bebek diye gülümseyecektin. Ben yirmi yaşında senin bebeğin olacaktım, dizinde uyuyacaktım. Çok az bir miktar eksiği kalmış paramla sana istediğin evi alacaktım, bin bir çiçek yetiştirecekti ellerimiz bahçemizde. O muhteşem gülüşlerini bahşedecektin bana.

“O artık yok” dediklerini duyuyorum.

Sürüklenen dakikaların ardından biraz kendime geliyorum. Gözlerimin sımsıkı kapalı olduğunu fark ediyorum. Yavaşça aralıyorum onları. Kafamda belki yüzüncü kez tekrarladığım sahneden yüz birinci kez uyanıyorum. Gözyaşlarıma tezat olarak bir kahkaha kaçıyor dudaklarımdan.

“Başımız sağ olsun” fısıltılarını. Birkaç büyük kahkahamla daha karışıyor bu cümleler.

Ve bir çığlık bölüyor kahkahamı. Belki de deliriyorum. Ardından alışılagelmiş iki kelimeyle bırakıyorum kendimi yere. Dizlerimi kendime çekip artık taşıyamadığım başımı yaslıyorum üstlerine. Gözlerindeki karşılıksız sevginden, çektiğin acılardan, yitip giden umudundan, dört duvar arasına kilitlediğin yarınlarından, gözlerinden düşen her damla gözyaşından tekrar ve tekrar özür diliyorum. Gelsene be Anne!

Sen gitmeden önce yine benim için en doğru kararı verdin. Artık rahat et, dediğin kulaklarımda. Rahatım ben anne. Dört çocuk büyütüyorum şimdi senden öğrendiğim şefkatle, ben onlara üvey annelik yapmıyorum anne, sana söz verdiğim gibi, kendim doğurmuş gibi şefkatimle kucaklıyorum.