Tam önünde oturuyordu o sırada, otobüs aniden frene basıp da içindeki yolcular tepe taklak olduğunda.

Oysaki bundan üç sene evvel biliyordu bugünün geleceğini. Daha o gün söylemişti, eski fabrikanın deposunda ilk karşılaştıkları zaman.
— Seni nasıl tanıyacağım bir dahaki sefere, bana adını söyler misin?
— Anlayacaksın. Benim adım her şey olabilir. Sen o gün geldiğinde göreceksin, bileceksin ben olduğumu. Sanki hiç ayrılmamışız gibi, ya da hiç tanışmamışız gibi.
— Ama nasıl?
— Hayatının ondan öncesi diye bir şey olmadığında…
Ve ortadan kaybolmuştu.
Yardım çığlıkları kopuyordu dört bir yanda. İnsanlar ışığı gören karafatmalar gibi delicesine koşturuyordu her yöne. Kimse ne olduğunu anlayamıyor ama ne olabileceğinden korkuyordu. Belki de bir tek ‘o’ şaşırmamıştı tüm bu olanlara. Oturduğu yerden hiç kalkmamış, tam önündeki camda parlayan ışığa bakıyordu, gözlerini hiç ayırmadan.
— Sen seçilmişsin, senin adın üç yüz yıl evvel yazıldı, seni bekliyorlar, demişti.
— Kim bekliyor?
— Sen onların umudusun.
— Onlar da kim, beni ne için seçtiler, nereden tanıyorlar…
Onlarca cevapsız soru. Aslında cevapları o depodaki ilk karşılaşmadan önce almıştı. Sekizinci doğum gününde ilk yanıt gelmişti, daha sorulmadan.
Çocukluğundan beri hiç dilinden düşürmediği ama diline de nereden düştüğünü bilmediği bir şarkı vardı. Bir gün annesi sormuştu ona,
— Daha önce hiç duymamıştım, kim söylüyor?
— Bilmiyorum anne ama sanki bu şarkıyla doğmuş gibi biliyorum işte…
— Hangi dilde peki, kelimeler hiç tanıdık gelmedi…
— Hangi dilde olacak anne, bizim dilimizde tabi ki, anlamayacak ne var sözlerinde?
— Hiç duymadım, yabancı geldi sözleri. Neyse, kilerden unu getirir misin kızım?
Üzerinde hiç durmamış ve kapatmışlardı konuyu. Oysaki o şarkı büyülü gibiydi. Odasında her söylediğinde camına konan bir baykuş vardı. Şarkı bitince ağzında taşıdığı yumurtaları camının ahşap pervazına bırakıp gözden kaybolurdu. Yaho ise o yumurtaları özenle hazırladığı pamuk yığınlarının üzerinde toplardı. Ama yumurtalar her sabah sanki bir rüyaymış gibi iz bırakmadan gitmiş olurdu.
O ilk işareti aldığı gün, sekizinci doğum günü, kapı ziliyle açtı gözlerini. Heyecanlıydı, ailesi onun için bir parti hazırlığındaydı ve bu arkadaşlarıyla kutlayacağı ilk doğum günü olacaktı. Basamakları ikişer üçer indi ama kardeşi ondan önce davranmıştı. Ve yine her zamanki gibi ondan önce paketi açmıştı. İçinden altı renkten oluşan muhteşem güzellikte bir kuş tüyü çıkmıştı. Ne bir not ne bir isim, hiçbir şey… Kardeşinin hiç ilgisini çekmemiş olacak ki, kutuyu yere fırlatırken Yaho kucakladı. Kızgın bakışlarını kardeşinin üzerinde bir süre gezdirdikten sonra odasına çıktı. Tüyü incelerken bir yandan da her zamanki şarkısını söylüyordu. Birden camında onlarca kuş belirdi, hepsi bakışlarını ona çevirmiş, hiç kıpırdamadan dudağından akıp giden, her seferinde biraz daha değiştirdiği şarkıyı dinliyordu. O hep gelen dinleyicisi baykuş da aralarındaydı. Artık merakına dayanamayıp camı açmış ve hepsi birden hafif rüzgârın okşama dalgasıyla odasına dolmaya başlamıştı. Ama sayıları o kadar fazla, kimi yırtıcı kimi boyu kadar kanatlarıyla uçuşuyor olsa da, odasındaki hiçbir şey yerinden oynamıyordu, öyle dikkatliydiler. Sanki ona dost olduklarını anlatmak ister gibiydiler. Hepsi yerlerine yerleşip Yaho’yu bir çember içine almış ve beklemeye başlamışlardı. İşte o anda istem dışı çıkmaya başlamıştı ağzından kelimeler. O konuştukça hepsi kafasını sallıyor, sanki onaylar gibi pür dikkat onu dinliyorlardı. İşte o sabah anlamıştı, hayatı bundan sonra normal olamayacaktı. Zincirleme cevaplar yerini bulmaya başlamıştı. Ama o yine de hepsinin kendisiyle bağlantılı olduğunu anlayamamıştı. Ta ki ilk cevabın üzerinden geçen dört sene sonunda o eski fabrika deposundaki olay yaşanana kadar.
Yine baykuşuna şarkı söylediği bir sabahtı. Ama bu sefer öncekilerden farklıydı. Şarkı bittiğinde baykuş her zamanki gibi camın önüne yumurta bırakıp gitmek yerine, donmuş bir şekilde ona bakmaya devam etmişti. Ne olduğunu anlamak için camı açtığında baykuş onu kolundan yakalayıp çekiştirmeye başlamıştı. Sanki bir yere götürmek ister gibiydi. Hemen annesine bir yalan uydurup dışarı çıktı. Baykuş onu evlerinin arkasındaki, eskiden yumurta fabrikası olan harabeye götürüyordu. Etrafta kimse yok gibiydi, içeri girmek istemiyordu fakat baykuşun amacını da merak ediyordu.
İçerisi karanlıktı. Sadece küçük bir ışık, yavaş yavaş büyümeye başladığında onu seçebildi. Harika tüyleri ve parıl parıl gözleriyle bir kutup ayısıydı karşısındaki. Burada ne işi var diye düşünürken konuşmaya başlamıştı kar kadar beyaz elçi.
— Günü geldiğinde anlayacaksın varlığının sebebini, neden seni seçtiklerini. O gün sen onların kraliçesi olacaksın, bu senin yazgın.
Havada kalan bir sürü soruyla kaybolmuştu karanlığın içinde.
O günden beri onu düşünüyordu, ne şekilde çıkacaktı karşısına ne istiyordu ondan, nasıl bir yardımı dokunacaktı ona?
İşte o gün gelmişti. Otobanda her zamanki güzergahında ilerlemekte olan otobüsün önü kuş yığınıyla doluydu ve hala gökyüzünden düşmeye devam ediyorlardı asfalt zemine, korkunç çığlıklarıyla.
— Kıyamet olmalı!
— Tanrım günahlarımı affet!
— Ben ölmek istemiyorum…
İnsanlar şoktaydı, korku içindeydi. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiş, duymamış, dünyanın sonunun yaklaşmakta olduğunu hissediyorlardı. Gerçekten kıyamet miydi? Yaho anlıyordu. Neler olduğunu, müdahale etmezse neler olabileceğini. Doğanın dengesinin bozulmakta olduğunun farkındaydı, camına gelen kuşların gün geçtikçe artan halsizliğinden, yorgun bakışlarından, solgun tüylerinden. Yollarda yürümeye başlayan kuşların sayısı öyle artmıştı ki, araçlar ilerleyemez olmuştu yollarda. Uçamıyorlardı. Gökyüzü ağır bir zifte bürünmüş, yapışmıştı kanatlarına. Onların kolu bacağıydı kanatları ve onu artık kullanamamak hayattan koparmaya, açlığa itmişti. Giderek depresyon hastalığının en son noktasına doğru ilerliyor ve en sonunda hayatlarını sonlandırıyorlardı.
— Onları ancak sen durdurabilirsin!
— Ama ben ne yapabilirim ki? Ne onlara yeniden uçmayı öğretebilirim ne havayı temizleyebilirim ne de yemelerini sağlayabilirim…
— Evet dünyayı temizleyemezsin belki ama ruhlarını temizleyip eski saf, umutlu hallerini geri getirebilirsin. Onlara şarkını söyle, anlat, ruhlarına dokun…
— Ama ben hepsine birden sesimi nasıl duyurabilirim ki?
— Sen başla, notalar yol gösterir sana…
Ve başladı Yaho. Yıllardır ismi gibi bildiği, bedeninin, ruhunun, varlığının parçası olmuş şarkısını söylemeye. Söyledikçe yeni sözler eklendi, eklendikçe havalanmaya başladı kelimeler, harflerine dağıldı, kuşların minik bedenlerine ilerledi, oradan kalplerine… Söyledikçe canlandılar, canlandıkça şarkı kuvvetlendi.Bir sene sonra…
Kuşların nesilleri tükenmeye devam ediyordu. Ama bozulan doğanın bozduğu hızda değil, daha umutluydular, daha güçlüydüler. Değişen dünyaya inat kanat çırpmaya devam ediyorlardı.