Sabahın beşi, yatağında bir sağa bir sola dönüyor adeta debeleniyordu Hasan. Bir soğuk ter boşalıyordu boynundan sırtına doğru, ince erimiş bir buz gibi. Yarı uyumak ile uyumamak arasında bir gel git. Ne olduğunu kendi de bilmiyordu. Yatağından doğruldu, başucunda duran ağzı çay tabağı ile kapalı bardağından bir yudum su aldı. Aldı almasına da, zor yutkundu o bir yudum suyu. Tekrar başını yastığa koydu ama bu sefer de gözlerini keskin bir bıçak gibi dikti tavana. Yatak artık sırtına çivi gibi batmaya başlayınca hızlıca kalktı. Derin bir nefes aldı ve yatağının karşısında duran cama doğru yürüdü. Camı açtığı sırada sabah ezanı okunuyordu. Etrafta derin bir sessizlik kaplıyken dört bir yandan yükselmiş apartmanların arasında ezan sesi nasıl güçlü çınlıyordu. Bir o yana bir bu yana. Ezan durduğunda uzaktan gelen bir kuş sesine kulak kabarttı. Gözlerini kapayarak dinledi kuşun sesini. Çocukluk, gençlik yıllarının geçtiği kasabanın tarlalarında dayısının çoban köpeğini gezdirirken dinlediği bülbülün sesini hatırladı. Derin bir nefes aldı. İçine çektiği nefesteki kömür ile karışık egzoz kokusunu hissedince adeta yanağına okkalı bir tokat yemiş gibi açtı gözlerini. Ne büyüdüğü kasaba, ne de gezdirdiği çoban köpeği yoktu artık. Sadece onu o yıllara, yaşadığı topraklara yolculuğa götüren tatlı kuş sesi. Kocaman binaların arasından nasıl da süzülüyordu bu ninni gibi ses. Yaşadığı yerde yüksek binaların dışında ne vardı ki. ‘Ağaç veya bir avuç toprak namına bir şey yok.’ dedi kendi kendine. Birden içeriden cep telefonuna kurduğu alarmın sesini duydu.“Evet! hayatın gerçeklerine dönme vakti geldi.” dedi ve camı kapatıp tuvalete doğru yürüdü.

Yüzünü yıkarken aynada kendine uzunca bir baktı. Siyah gür saçlarına, kaşlarına aklar düşmeye başlamıştı. “Küçük bir çocukken annem hep derdi, ‘Aynı dedene benziyorsun, senin de saçların onun gibi çabuk beyazlayacak’. Ben ise; ‘Hayır, ben sadece kendimim ve kimseye benzemek istemiyorum’ diye tepinip ağlardım. Şimdi onun gibi dik başlı bir adam oldum ama saçlarıma otuz yaşımda onun gibi aklar düşeceğini hiç düşünmemiştim. Meğer annem haklıymış…” diyerek iç geçirip hazırlanmaya devam etti.

Bugün onun için önemli bir gündü. Şirketin genel müdürüne görev aldığı departmanda mühendis ekip arkadaşları ile hazırladığı termik santral projesi ile ilgili sunum yapacaklardı. Odasına geçti, takım elbisesini giyip hazırlanmasını tamamladı ve şirkete geçmek üzere yola çıktı. Arabasına bindiğinde her zaman olduğu gibi ilk iş, radyosunu açtı. Dinlediği yabancı müziklerin yayınının yapıldığı kanal cızırtı yapıyordu. Başka bir kanal ararken çalan müzik dikkatini çekti. Tulum ve kemençenin sesine kulak kabarttı. Bu ses onu çocukluğunda uçurtma uçurduğu uçsuz bucaksız yemyeşil yaylara doğru götürdü.
“Ben nasıl yaparım nasıl…” diye kendi kendine mırıldanırken arkasında duran aracın aralıksız korna sesi onu hayal dünyasından söküp aldı bir anda.

Şirket otoparkına vardığında aracın kontağını kapatıp bir süre durdu. Boş gözlerle bakıyordu camdan dışarı. Araçlarını park edip plazaya doğru yürüyen insanları izlemeye daldı. “Nasıl da kendilerinden eminler, yüzlerindeki ifade ne kadar net ve keskin. Sanki programlanmış bir robot gibiler. Bir programı yüklemişsin onu uyguluyorlar adeta. Hiçbir şeyi sorgulamadan, sadece yüklenen verileri yerine getiriyorlar. Sabah kalk, gel, çalış, isteneni yap, maaşını al, harca, tüket…tüket… tüket… Peki ben ne yapıyorum? Onlardan mıyım?… Ben de mi robotlaştım? Bu camdan konservenin içinde o programlanmış robotlardan biri de ben değil miyim?” diye düşünürken, kafasında uçuşan bulutları, arabasının camını tıklatan arkadaşı Tunç, bir anda dağıttı.

“Günaydın Hasan, ne yapıyorsun arkadaşım arabanın içinde? Mesainin başlamasına daha bir saate yakın zaman var. Hadi gel şu yeni açılan büfede kahvaltı edelim. Menemeni süper diyorlar.”

Hasan arkadaşına bakıp hafif bir tebessümle “Gidelim bakalım. Yalnız hiç bir menemen benim annemin menemeninin yerini tutamaz ama hadi bir deneyelim” dedi. Otoparktan çıkıp plazanın yan sokağında yeni açılan ‘Çay Tarlası’ isimli büfeye girdiler. Küçücük dükkanın içi, küçük masa ve taburelerle doluydu. O taburelere oturmuş takım elbiseli, şık görünümlü bayanlar ve baylar tostlarını yarı uykulu halde yerken, çaylarından birer yudum alıyorlardı. Birkaç dakika sonra masalardan biri boşaldı. Hasan ile Tunç masaya geçtiklerinde büfenin genç çalışanı yanlarına geldi.

“Hoş geldiniz ağabey, ne alırsınız?”
Tunç “Bize iki çay ve menemen değil mi üstat?”
Hasan “Evet aynen, yalnız benim çayım biraz demli olsun” dedi.
Çocuk gülerek “Halis Karadeniz çayı ağabeycim, ‘tavşan kanı’ çok seversin emin ol” dedi.
Hasan gülerek “Ben Karadenizliyim bilmez miyim” diye cevap verdi siparişi alan çocuğa.
Kısa bir süre sonra siparişler masaya gelmişti. Hasan menemenin içindeki erimiş Karadeniz çeçil peynirinin kokusunu alınca kendini çocukluk, gençlik yıllarının geçtiği ana evinin mutfağında buldu. Üniversite yıllarında hafta sonu yurttan eve geldiğinde annesinin onun için hazırladığı birbirinden güzel yemekler geldi gözünün önüne. Ocakta, eve gelen misafirler için her daim hazır demlenmiş o mis gibi karanfil kokulu çayın kokusu…
Arkadaşı Tunç, Hasan’ın yine daldığını fark edip; “Hasan, heyyy, daldın yine. Büyük sunum için hazır mısın? Biliyorsun bizim firmanın Alman ortakları da geliyor bugün.”
Hasan “Biliyorum arkadaşım, biliyorum.” diye iç geçirerek cevap verdi.
Tunç “Abi ne oluyor sana, devamlı derinlere dalıp gidiyorsun. Anlaşıldı seninle iki tek atma zamanımız gelmiş, neyse şu sunumu atlatalım akşam ıslatırken ifadeni alırım.”

İki arkadaş kahvaltılarını yapıp, şirkete geldiklerinde Hasan hemen sunum dosyalarını düzenlemek için masasına geçti. Çalıştığı enerji şirketindeki proje geliştirme bölümünde Hasan gibi yaklaşık yirmi mühendis arkadaşı ile ‘günaydın-iyi akşamlar’ gibi kalıp cümlelerin dışında hiç bir diyaloğu yoktu. Ekip arkadaşları kendi aralarında onun için ‘Gözlerinde bir tuhaf hüzün saklı adam’ lakabını takmışlardı. Hasan’ın bu lakaptan haberi vardı ama bu tür söylemlere aldırmamayı tercih ediyordu.
Toplantı başlamadan önce biraz gergindi. Doğup büyüdüğü topraklara komşu olan ilde termik santral projesinin ön sunum toplantısı biraz sonra başlamak üzereydi. Sunum dosyalarını masalara yerleştirmek için toplantı yapılacak salona girdi.

Koskoca salonun üç bir tarafı yere kadar cam ile kaplıydı. Ortada uzun oval bir masa, masanın ortasında projeksiyon cihazı, büyük bir sürahi, yan yana dizilmiş bardaklar. Başka hiçbir şey yok. İçeri doğru yürüdü. Cam kenarından aşağıya doğru bakarken her şey minicik görünüyordu. İnsanlar, arabalar küçücük bir oyuncak gibi. Birden koridordan içeri doğru gelen kalabalığın seslerini fark etti. Kapının yanına geçti ‘Evet işte başlıyoruz’ diye iç geçirdi ve gelenleri sırayla karşıladı. Katılımcılar masadaki yerlerini aldığında bölüm direktörü ayağa kalkıp açılış konuşmasıyla toplantıya başladı.

“Bizim için oldukça önemli ve karlı bir proje. Artvin’de hayata geçireceğimiz bu termik santral ile enerji şirketimiz büyük bir başarıya ve kara imza atacaktır…………….’’

İlk başta dinlediği cümlelerden sonra diğer konuşmalar yavaşça ondan uzaklaşmaya başladı. Desibeli yüksek sesler bir anda fısıltıya dönüşmüştü Hasan’ın kulağında. Üç bir tarafı cam ile çevrili odanın camları üst kısımdan yarı açıktı. O azıcık açıklıktan içeri giren hafif esinti yanağına minicik bir uğur böceği ile değdi. Minicik bir armağan gelmişti bu sevimiz, sıkıcı odaya. Uğur böceğini yüzünden eline doğru aldı bir parmağından diğer parmağına gezdirirken ‘Sen nasıl geldin buralara kadar, bu kocaman beton kulelerinin arasından geçip uğur böceği’ dedi. O minicik sevimli böcek birden ilkokul yıllarına götürdü onu. Annesi tarlada çalışırken kelebeklerin peşinden koşturduğu günler aklına geldi. Nasıl da koşardı o uçsuz bucaksız yemyeşil tarlalarda. Şimdi ise o tarlaları çocukların elinden alacak şirketin mühendis kadrosundaydı. Okuyup ilim irfan sahibi olmuştu ama annesinin üniversite yıllarında sorduğu soruyu bir kez daha sordu kendine.
“Oğlum okuyup büyük şehirde yaşayan paralı ama mutsuz bir adam mı olmak istersin yoksa kendi topraklarında çalışan üreten huzurlu bir adam olmayı mı?”
Derin bir iç geçirip “Evet” dedi. Salondaki herkes birden ona dönüp baktı.
Departman müdürü; “Ne mırıldanıyorsunuz Hasan Bey, öğrenebilir miyiz acaba?” diye kendisine seslendi. Toplantı masasının etrafındaki herkes bir anda kafasını ona doğru çevirdi. Hasan şöyle bir durup herkesin yüzüne baktıktan sonra yavaşça ayağa kalktı.
“Ne mi mırıldanıyorum Müdür Bey? Sizler için büyük bir kâr ve başarı, benim için ise çocukluğum, gençliğim, kısacası hayatım olan topraklara nasıl ihanet edeceğimi mırıldanıyorum. Üzgünüm! Ben bu oyunda olmayacağım.” dedi ve yavaşça ayağa kalktı, emin adımlarla kapıya doğru yürüdü. Salondaki herkesin suratını büyük bir şaşkınlık kaplamıştı. O sessiz, pür dikkat sunumu dinleyen katılımcılar bir anda kendi aralarında fısıldamaya başladılar.
“Ne diyor bu adam, sen anladın mı?”
“İyi mi bu adam, çıldırdı mı yoksa?”

gibi birçok ses odanın içinde gezinmeye başladı. O sırada arkadaşı Tunç ayağa kalktı ve “Hasan Bey ne yapıyorsunuz?” diye seslendi. Hasan yavaşça durdu ve masaya dönüp “Hiç… Görüşürüz Tunç Bey…” dedikten sonra insanların yüzüne baktı “Umarım siz de bir gün topraklarınıza nasıl ihanet ettiğinizin farkına varırsınız.” Salondaki herkesin suratında şaşkın ifade şu soruları soruyor gibiydi.
“Bu adam cesur mu, yoksa çılgın mı?”

Hasan kapıdan emin adımlarla çıkıp hızlıca masasına geçti. İstifa mektubunu hızlıca yazdı ve zarfın içine yerleştirip bilgisayarının üstüne bıraktı.

Plazanın ana çıkış kapısından ana caddeye yürürken derin bir nefes alıp durdu, kravatını çıkarıp çöp kutusuna basket atarcasına fırlattı. “Hiç zor değilmiş aslında. Evet Hasan, artık buralardan gitme zamanı geldi.” dedi.
Ana caddenin köşesinden dönüp yavaş adımlarla gözden kayboldu.