Sus Güneş, otur Güneş, gülümse Güneş, doğrudan eve Güneş!

Alt tarafı on dakika geç kalmıştı Güneş ama yok, denilen saatte, tam tamına saat on üçte, orada olmalıydı Güneş, ha bir dakika ha on dakika ha yarım saat geç kalmış, hiç fark etmezdi ki… Geç kalmıştı bir kere… Kocası olacak; o koca göbekli, yamuk burunlu, çıyan gözlü, bodur herifin, ateş çıkaran bakışları emretti; oturdu Güneş masaya. Yutkundu. Korkusu yoktu artık da; canını acıtıyordu hala, iyi uykular öpücüğü yerine bedenine inen yumruklar. Bodur herifle ki, Selim derler kendisine, göz göze gelmemek için yemeğine baktı. Yanlış isim koymuş yazık anneciği. Tabi, o da haklı, ne yapsın, uyumlu, dürüst, hayırlı bir evlat olmasını umut etmiş. Oysa olsa olsa Haşim ya da Sakil olabilirdi belki. Yabancı dili yoktu. Anlamadığı dilde konuşuluyordu masada. Anlasaydı da ne olurdu ki, yine susmalıydı ve yalnızca gülümsemeliydi Güneş. Misafirlere güzel gözükmeli, kibar davranmalı ve yalnızca gülümsemeliydi Güneş. Her akşam zorla içine giren, ağzı leş gibi alkol kokan, poker masalarına para döken, sözüm ona iş adamı bu bodur herifin misafirlerine hoş gözükmeliydi Güneş. Yurt dışından gelmişlerdi. Sakil Selim; iş yapacaktı, paraya para demeyecekti ondan sonra. Doyumsuz! Tembihlenmişti Güneş bir önceki akşamdan, mutlu bir aile tablosu çizeceklerdi öpecekti Güneş, yanına oturup elini tutacak ve yalnızca gülümseyecekti öğle yemeği boyunca herkese, her denilene… Sonra da doğrudan eve gidecekti Güneş!

***

Beykoz’daki villada akşam için patates soyuyordu Nebahat, yine çöpe gideceğini bile bile. Günahtı yemeği çöpe atmak. Çok şükür paraları varken bile, bir lokma yemek atmamıştı çöpe, Sivrice’deki iki göz evlerinde. Ne olurdu sanki dayanmasaydı alacaklılar kapıya, kıymasalardı onlara, bekleyiverseydiler az biraz daha? Ah, Ali Efendi de hiç bilmezdi hayır demeyi ya. Komşudur sonra öder, iki ekmekten ne olacak sonra öder, çocuktur canı çekmiş hele alsın gofreti sonra öder anası, diye diye kabardı veresiye defteri. Ödeyemezsin tabi borçları Ali Efendi! Koca bankalar veresiye mi dinler! El mahkum satıp savdılar ne varsa elde. Bakkalken oldu bahçıvan Ali Efendi. He bir de şoförlük yapıyor evin beyiyle hanımına. İyi ki bilir araba sürmeyi. Yoksa sokakta kalıverirlerdi belki maazallah. Nebahat de hizmetli, aşçı, temizlikçi… Hamdolsun tabi ya, başlarını sokacak bir göz oda bulmuşlardı bu koca İstanbul’da…

***

— Aşkım, oyalanma sakın etrafta. Doğru eve gidiyorsun.
Aşkımmış! Hangi aşktan bahsediyorsun acaba? Tüylü kollarını ince belime dolayıp etrafa hava atma aşkından mı? Bakın manken gibi karım var, saçları da sarı, gözleri de mavi aşkından mı? Gösteriş düşkünü seni!
— Anneme para lazımmış.
— Hesabına geçerim birazdan, gönderirsin.
— Akşama gelecek misin eve?
Ne diye soruyorum ki bunu şimdi? Neyse, misafirlerin yanında bağıramaz gerçi bana. Öyle pek de içmedi… Bilemedin iki kadeh… Hep alkolden ya, tabi! Heh, ancak sırıtırsın işte pis pis bıyık altından. Ah, babacığım görseydi böyle bir adama yamadığını annemin beni, kahrolurdu üzüntüsünden. Okutacaktı babam beni, mimar olacaktım. O zaman senin gibi adamlara kalır mıydım ben?

***

At koşturursun mutfakta… Ateşten aldığı yemek, mutfak kapısından çıkana kadar soğur diye korkardı Nebahat ilkin, ne yapacağını bilemezdi. Baktı aldırmıyorlar, alıştı o da… Yemek dediğin ağzın yana yana yenmeliydi ya, neyse, işte şehir insanı da böyle yiyordu demek ki. Patateslerle işi bitmişti, şimdi sıra “ana yemek” dediklerinde…
— Ali Efendi… Sen almayacak mıydın Güneş Hanım’ı?
— Yok hanım, taksiyle gitti ya, taksiyle dönecekmiş. Biraz hava mı almak istemiş ne…
Etsiz olmaz. Selim Bey et isterdi masada. Yemek saatinde evde olduğu az görülmüştü ya, olsundu, et görmediğinde kıyametler kopartır, masayı devirirdi valla. Bir de tatlı lazım. Viski şişesini de kontrol etmeli. Ah Osman’cığı olmasa katlanır mıydı Selim Bey’in küfürlerine, boklu tuvaletleri ovmaya, leş kokan gömlekleri çitilemeye? Hele bir büyüsün Osman, hele okusun, hele para kazanmaya bir başlasın, bırakmaz anacağını babacığını ya buralarda, çıkarlar kiraya, bakar onlara kuzucuğu.

***

Taksiden indi. Topukluları eline alıp toprağın üzerinde yalın ayak yürüdü biraz. Nebahat Hanım’ın sade Türk Kahvesi iyi geldi. Biraz uzandı. Annesine havale yaptı. Sesini duymak istemiyordu, mesaj attı ‘para yattı git al elbiseni’ diye. Yukarıya çıktı. Dolabın en dibindeki kutuyu aldı. Eski fotoğrafları çıkarttı. Yere oturdu, sırtını yatağa yasladı. Baktı. Babasıylaydı, parkta gezerlerken polaroid makinesiyle çekmişti beş liraya bir seyyar fotoğrafçı. Nasıl da gülümsüyordu Güneş elindeki pamuk şekeriyle… Başka bir fotoğrafta üçüydüler. On dördünde olmalı… Babası o gün Levis Kot almıştı, nasıl da mutluydu Güneş. Annesi ise somurtmuş duruyor yanlarında. Ağladı biraz ama çok değil. Kutuyu yerine koydu. Üzerindeki kirazlı gömleği çıkarttı. Bembeyazdı günün rengi artık. Pencereden gökyüzüne baktı; bir bebek bağışlasaydın bana ya güzel Allah’ım belki dayanabilirdim bu hayata!

***

— Hanımım sofrayı kurayım mı?
— Bu saatten sonra gelmez Selim, hiç yorulma boşuna. Siz yiyin yemeğinizi lütfen. Ben aç değilim.
Ne temiz yürekliydi şu Güneş Hanım. Kibar konuşur, sever Nebahat’leri… Geçen ay beşine bastığında bisiklet almıştı Osman’ına. Oynardı da Osman’la bahçede. Sağ olsun; bankaydı, hesaptı, ATM’ydi öğretmişti Nebahat’e… Aylıklarını bankadan çekerdi Nebahat. Okuması yazması vardı Nebahat’in de; evi derle topla, öteberi al, yemek yap, çocuğa bak derken zamanı olmazdı okumaya, ondandı cahilliği. İlkokul üçüncü sınıftan sonra babası yeter demişti, kız çocuğuna bu kadarı fazla bile, çok bilmesi çok öğrenmesi gerekmez her şeyi, eh cahillik babasından da miras biraz tabi…

***

Gardırobundaki elbiseleri elledi tek tek, çekmecelere göz attı, yatağa uzanıp en sevdiği kitapların sayfalarını karıştırdı biraz, kağıt kalem aldı yazmayı denedi, olmadı, bıraktı. Uyumayacaktı, uyuyamazdı. Ilık bir esinti vardı, hava güzeldi; sessizdi sakindi dışarısı. Komodinin üzerindeki saatin yeşil ışıklı rakamları sonunda dördü gösterdi. Her gece bu saatlerde gelir girerdi yatağa bodur herif… Güneş’in gözleri yarı açık yarı kapalı… Bacaklarını açar, bir an evvel bitse de uyusam yeniden diye bekler. Güneş uyumamışsa da fark etmez, saçından yakalar, zorla atar yatağa… Önden birkaç yumruk, ardından herif kendi zevkine dalar. Yalnız, bir defa çok fena kafasını çarpmıştı lavaboya, vura çeke üstündekileri yırtmaya çalışırken… Bir defa da, hiç unutamaz Güneş, boğazını sıkmıştı da nefes alamamıştı. Sonra da saatlerce ağlamıştı sıcak duşun altında. Her sabah duşa girer; evvelsi geceyi, belki de tüm hayatını; aklından, teninden, içinden atmak için keselerdi saatlerce kendini.

Kapı çalındığında küt küt atmaya başladı Güneş’in kalbi. Heyecanlanmıştı çünkü bu sefer kararlıydı. Cesaretini toplamıştı. Yapacaktı. Bu gece sondu. Merdivenlerin başına gitti. İşte geliyordu sallana sallana, çarpa çarpa duvarlara… Şişenin dibini görür her gece de bir geberip gidemedi Allah’ın belası! İnşallah çok para kaybetmiştir poker masasında! İnşallah kuruş kazanamamıştır!

— Neden uyumadın hala sen!!
Seni bekledim kocacığım, gel de vur bana, bağırt beni, ağlat diye bekledim pek sevgili kocacığım! Öküz! Tükürüklerini saçma bari duvarlara, Nebahat Hanım ne kadar uğraşıyor senin pisliklerini temizlemek için her gün…

***

Kapıyı açıp kaçıvermişti odalarına Nebahat. Ali Efendi ile göz göze geldiler. Bu gece dellenmiş yine Selim Bey, uyanmasa bari Osman. Yavrucak korkar her seferinde, kolaysa uyutmaya çalış yeniden. Polisi arasalar ne olacak? Kapı dışarı atılacaklar, beş parasız… Osman olmasaydı, belki… Allah affetsin bizi! Ah, Güneş Hanımcığım, sen affet bizi! Şu kulaklarım sağır olsa da duymasam! Ah, ne gelir ki elden! Aç, açıkta mı kalalım?

***

Omza bir darbe, kaltak… Yerde karna bir tekme, lan rezil ettin beni, nasıl geç gelirsin lan yemeğe? Saçından sürüp odaya, ne biçim kadınsın lan sen! Komodinin tam köşesi kürek kemiğine, kalksana lan yerden!

Hatıraları kurtarıcısıydı. Geçmişe dönmek… Kapat gözlerini Güneş! Gülücük sesleri, duvarda babacığımın elleriyle çizdiği mavi bulutlar, altımda beyaz çarşaf, zıp zıp zıplıyoruz yatakta… Kaç yaşındaydım ki? Beş altı yaşlarında olsam gerek… Omuzlarına alıyor babam… Parmaklarım değiyor tavana… Dünya’nın en mutlu çocuğuyum ben…

Sakil Selim sızıp kaldı yerde, pantolonu dizlerinde… Ağzı bir karış açık, kolları yanlarda, gömlek düğmeleri kopmuş, kemeri kim bilir nerede… Sefil herif! Bırak kalsın yerde.

***

Oh, sustular. Nebahat bıraktı volta atmayı. Sabaha Allah kerim!
— Hadi Ali Efendi, söndür sigaranı da gir yatağa.
Ah, Allah affetsin bizi! Ah, Güneş Hanımcığım, sen affet bizi! Sabaha bak bir kahvaltı hazırlarım ben sana, üstüne de bir Türk Kahvesi, hiçbir şeyciğin kalmayacak gör.

***

Buzluğun ışığı iki dakika aydınlatıyor mutfağı. Işığa lüzum yok. Karanlık iyi. Alışkanlıktan olsa gerek, bir buz torbası karnına, bir buz torbası omzuna… Kutunun içindeki tüm haplar avucuna… Üstüne bol su… Yaşamak nedendi? Nedendi her sabah uyanmak? Hep aynı şeyler; sıcak duş, sessiz kahvaltı, zorunlu kuaför, gereksiz alışveriş, bahçede kahve, anne dırdırı, anne talepleri, televizyon programları, yalnız yenen akşam yemeği, yatak, dayak, buz torbaları, kabuslar, sonra yine uyan, sıcak duş, sessiz kahvaltı… Çok yalnızım… Bir işe yaradığı da yoktu! Kocası sakildi ama Güneş’i mutlu etmeye de çalışırdı, aşık ya… Mutlu olsun diye bir dükkan açtı, verdi. Güneş hiç çalışmamıştı ki hayatında, nasıl becersin? Beş hafta sürdü bu heyecan. Olmasam da olur yani… Anne de olamamıştı, hadi onun için yaşasa etse… Güneş’in kusuruymuş güya… Hadi oradan… Bir amacım, tutunacak bir dalım yok işte… Annesi üzülecekti elbet, para nerden gelecekti artık? Badem gözlü Osman, o özlerdi bak Güneş’i… Başka da kimsesi yoktu zaten; ne bir arkadaşı ne bir akrabası… Boştu hayat… Gereksizdi! Affet babacığım beni!

İçi geçti, haplar işe yarıyor herhalde…

***

Ah, Güneş Hanımcığım, sen affet beni! Dilsizdi suçlu gözyaşları Nebahat’in, kolları taş, kalbi buz… Kahvaltı hazırlayacaktı, daha gün yeni doğacaktı… Sardı sarmaladı cansız beyaz geceliği, gün şimdi doğsa ne olacaktı, ne yapsaydı, ne yapabilirdi, kaldı öylece mermer zeminin üzerinde… Nasıl kıydın canına, ah güzel Allah’ım nasıl kıydı canına, ah kırıldı kolum kanadım, ah benim güzel hanımım!

***

Sus Güneş, otur Güneş, gülümse Güneş, ‘yok’ artık Güneş…

 

±Not:
Bu öykü “Eklenmeli Öyküler Serisi”nin ikinci öyküsüdür.
Birinci öykü Sarı Kadın‘ı okumak için: http://teneffushane.com/sari-kadin-oyku-deniz-pekgenc/ bağlantısını izleyebilirsiniz.