Altı tane kefal vurmuştu oltasına, dokuz da istavrit, irisinden. Yeter, dedi içinden, başkasının nasibine el atmanın âlemi yok. Topladı misinalarını, oltasını, indi iskeleden. Çıkmıştı bu günlük nafakası. Kefalleri Niko’ya okutup birazcık da yeşillik aldı mı Rasim’den, değme keyfine. Şöyle yemyeşilinden bir salata… “Bu akşam gayet iyi kısmetimiz. Ziyafete buyur Perihan. Yarın? Allah Kerim. Onu da yarın olunca düşünürüz.”Balıkları okuttu Meyhaneci Niko’ya, gülümsedi. Yarınki ufaklığın parası da şimdiden hazır sayılırdı. Rasim’den rokayla kıvırcık, iki de limon aldı. Kokladı limonları derin derin.

“Neymiş efendim, balığa limon mu sıkılırmış… Ah şu İstanbullular. Nasıl istersem öyle yerim, kime ne?”
Barınaktaki kulübesinin yolunu tuttu, ağzında ıslık, elinde nevalesiyle. Çiseleyen yağmurla birlik içe işleyen bir Kasım soğuğu vardı ortalıkta. Yandan yırtılmış botuna su sızıyordu. Sırtındaki eski paltonun yakalarını kaldırıp Boğaz’a sevdalı bir gülüş attı, devam etti yoluna.

Cebindeki buruşuk paketten bir sigara çıkarıp yaktı kulübesinin önünde. Denize doğru savurdu dumanını. Hafif yağmur gölgelendiriyordu lacivert suları. Gün dönmeye başlamıştı usuldan. Parça tahtalardan, meyve sandıklarından yapılmış, çatısı tenekeyle örtülmüş sarayına girdi. Hemen temizlemeye girişti balıklarını Nuh-u Nebi’den kalma bıçağıyla. Mutluydu istavritlerin gümüşlü pırıltılarında. Dışarı çıkıp daha önce istiflediği sebze kasalarından kırdı biraz, ateş yaktı. Peynir tenekesinden uydurduğu ızgarasını koydu ateşin üstüne.

Kulübeye girip o ‘yemyeşil’ salatasını yapmaya başladı. Bir bardak yollamıştı bile rakısından, balıklardan haber salmıştı midesine. Dudağının kenarında sigara,bir taraftan dumanı kollayıp diğer taraftan salatasını yaparken bir de türkü tutturdu inceden.. “cevizin yaprağı dal arasında, güzeli severler bağ arasında…”

Akşam olmuş, bulutlardan görünmeyen güneş yitip gitmişti kararan sularda. Ateşin yanına iki kasa daha getirdi; biri masa niyetine, öbürü taht-ı revan.
“Belkıs sarayında yemiş midir böyle balık? Hey yavrum hey.. Hakketen derya kuzusu bunlar.”

Donattı masasını itinayla. İnce belli çay bardağına tazeledi rakısını. Eski, eprimiş paltosunun cebinden yarım bir mum çıkarıp yaktı, kondurdu masasının başköşesine. Kaldırdı kadehini;
“İçinde boğulduğum gözlerinin denizine Perihan. Karasında yakamoz olduğum gözlerine!”

Gece yaklaşmış, hava iyice ayaza kesmişti. Kulübedeki teneke sobayı yaktı. Masasını içeri taşıdı. Sobadaki tahtaların çıtırtısı, içine yayılan sıcaklık neşeli bir rehavet sermişti üstüne. Son rakısıyla bir sigara daha içti, yattı.
“İyi geceler Peri Kızı. Gözümün gönlümün sultanı, iyi geceler…”

Gece yarısından sonra bir lodostur peyda oldu Boğaz’ın üstünde. Esti savurdu iyice ortalığı karanlıkta. Köpük köpük kudurttu denizi, dondurdu sokakta kalmış kedileri, köpekleri. Tekneler indi indi kalktı suyun üstünde, sanki birer ceviz kabuğu gibi. Martılar bile sustu o gece, sığındılar kanatlarının kuytularına. Dönüp dolaşıp kulübeye de el attı lodos nihayetinde. Teneke sobanın teneke borularından üfledi ölümcül nefesini. Anasonla harmanlanmış düşünün en demli yerinde geldi. Hissetmedi bile.

Ertesi gün kulübesinde yatar vaziyette bulduklarında kavuşmuşlara özgü, şeffaf, mutlu bir gülümseme vardı yüzünde. Takıldı tanıyanlar içli gözlerle; “Derdiyok dertsiz tasasız gitmiş, baksanıza gülüşüne…”

Hâlbuki Perihan’a gülüyordu o gözler, onca yıl sonra kavuşmanın sevinciyle. Onca zaman çekilmiş hasretin sona eren sancısıyla. Son nefeste Perihan nidasıyla. Nereden bilsinler.

Üç-beş balıkçı tayfası, barınaktan bir-iki tanıyan kaldırdı cenazesini kimsesizler mezarlığında. Adını bilen çıkmadı aralarında. Bildiklerini yazdılar başucuna diktikleri tahtaya tükenmez kalemle.
“Derdiyok.”