E, o sabah gözünü açtığında gördüğü ilk şey sırt çantası oldu. Zaten gözünü açtığında göreceği ilk şey olsun diye karşısına koymuştu. O çantayı gördüğü an zihninde beliren anı öyle huzur vericiydi ki… Üstünden 6 ay geçmiş olsa da hala göğüs kafesinin genişlemesine, içinin bir balon gibi havayla dolmasına, birbirine sıkıca sarılmış adeta bir yumak olmuş kaslarının açılmasına, esnemesine ve parmak uçlarından baldırına, köprücük kemiklerinden topuğuna kadar her zerresinde o balonun içine dolan ve ardından kovanını terk eden arılar gibi dört bir yan dağılan havayı hissediyordu. 6 ay önceki o geceden beri her gece gözlerini, sabahında gözünü açtığında o anı yeniden yaşamak için kapatıyordu. Bu 6 ayın her gününü o geceyi hatırlayarak yeniden yaşamıştı.6 ay önce o sabah E gözünü açtığında gördüğü ilk şey sırt çantası oldu. Akşamdan 2 tişört, 1 pantolon, 1 şapka, 1 kapüşonlu hırka, 2 don, 2 çorap, cüzdan, şarj aleti, pasaport, diş fırçası koyarak hazırladığı çantası iki günlük nefeslenme seyahati için onu bekliyordu. Kalktı, yüzünü yıkadı, dolaptan bir dilim ekmek çıkardı, bir bardak su içti, dişini fırçaladı, ekmeği ağzına tıkıştırırken ayakkabılarını ve yağmurluğunu giydi, çantasını sırtına geçirdi, taksiyi çağırdı. Sırt çantasını yanına attığı taksinin arka koltuğunda havaalanına giderken annesine mesaj attı: “İki gün telefonum kapalı, merak etme gayet iyiyim, sadece kesintisizce kendimi dinleyeceğim. Depresyona girmedim, hala bir işim var ve sağlığım yerinde. Pazar akşamı arayacağım. Öptüm.”

Uçağın tekeri piste değdiğinde gözünü açtı. Tüm yolcular hızla telefonlarını açmaya davranırken E eline bile almadı. Telaşsızca uçaktan indi, onu kapıya götürecek trene bindi. Tek duraklık yolculuğunun sonunda gümrük memurlarının olduğu kabinler ve ülkeye girmek isteyen yolcuların kuyruk oluşturduğu labirente ulaştı. Fazla oyalanmadan ve dert anlatmaya uğraşmadan geçti. Havaalanından çıkıp onu şehrin güneyine götürecek otobüse bindi. Hava kapalı, yağmurlu, soğuktu. Ilık değil, soğuk; temmuzda değil, kasımda gibi soğuk. Üç buçuk saatlik yolculuğun sonunda kafasını çevirdiği her yerde ağaçları gördüğü bir kasabaya gelmişti. Otobüsten indi ve ilk soldan içeri doğru yürümeye başladı. Kocaman bahçelerin içinde birkaç ev, birkaç köpek ve kendileri görünmeyen ama sesleri duyulan kuşlar vardı. Tüm evlerin ya perdeleri çekilmiş ya panjurları kapatılmıştı. İçinde yaşayanların gün ışığına alerjisi varmış ya da bunca yeşillik gözlerini kamaştırıyormuş da kendilerini evlere hapsetmişler gibiydi. Kalacağı evi kolayca buldu. İnternette gördüğü fotoğraf bire bir aynısıydı. İçeri girdi. Müthiş kuvvetli ve ağır bir yemek kokusu karşıladı onu. Öyle ki refleksle iki adım geri çıktı. Hemen o an kaçası geldi ama kaçmadı. İçeri doğru ilerledi. Kokunun ilk anki kadar yoğun hissedilmediğini düşünmeye, kendini alıştırmaya çalıştı. İki geceyi geçireceği ev aslında bir misafir eviydi. Üç odası, bir köpeği ve bir sahibesi vardı. Evin ve köpeğin sahibesi E’yi suratsız ve kibar bir “hoş geldiniz”le karşıladı. Herhangi bir yemeğe alerjiniz var mı, kahvaltıda ne yemeyi tercih edersiniz ve odanız merdivenden çıkınca hemen sağdaki oda cümleleriyle karşılama faslı bitti. E, odasına girdi, kendini yüzükoyun yatağa attı.

E, sabah gözünü açtığında gördüğü ilk şey tavan pervanesi oldu. Burası ne zaman sıcak oluyormuş ki bunu çalıştırıyorlarmış diye düşündü. Hızlıca duş aldı. Kirli giysilerini odada bıraktı ama sırt çantasını bırakmadı. Onu da alıp kahvaltı için alt kata indi. Önceki gece sipariş ettiği gibi, patates kroket, peynir, ekmek, yumurta ve filtre kahve aldı. Salonun neredeyse tamamını kaplayan uzun ahşap masanın bir kenarına oturdu. Evde kendisinden başka misafir yokmuş gibiydi. Bu durumun, sahibesinin ruhsuzluğunun sebebi yoksa sonucu mu olduğunu düşündü. Kahvaltısı bitince sırt çantasını taktı ve dışarı çıktı. Hiçbir rotası ya da planı yoktu. Yakınlarda hiçbir tanıdığı da yoktu. Kimseyle tanışmak, konuşmak gibi bir isteği de yoktu. Sadece denize doğru yürüdü. Deniz kıyısına ulaştığında hava önceki güne göre biraz yumuşamış gibi geldi. İnsanı, kollarını kavuşturup yerinde sallanmaya iten soğuk kalmamıştı.
Deniz kenarında sıra sıra restaurantlar vardı. Gördüğü ilk masaya oturdu. Hava onun için serin olsa da bazıları denize girmeye yetecek kadar sıcak buluyordu anlaşılan. Bulanık su, kıyıda birikmiş yosunlar ve gri gökyüzüne rağmen kumsal insan doluydu. Sandalyesinde geriye doğru hafifçe yaslandı ve gözlerini kapattı. Suyun şırıltısını dinledi. İnsan sesini ayrıştırarak sadece onu duymaya gayret etti. Başardı da. İnsan kayaya çarpsa “ah” derdi, ama su kayalara çarptığında şıngırdıyordu. Belli ki acımıyordu. Belli ki kayayı yalıyor, geçiyordu ve her seferinde kayadan biraz daha yontsa da kendinden bir şey kaybetmiyordu. Su, her seferinde kendisinden biraz daha yontsa da kaya da “ah”lamıyordu. Belli ki acımıyordu. Su ona çarptığında getirdiği tüm tuzu, ıslaklığı, devinimi kayaya bulaştırıyor, ona sarılıyordu. Kaya da o suyun ufacık bir kısmını kendine saklıyor, bir an daha fazla sarılabilmek için tamamını geri bırakmıyordu. E, garsonun “Ne alırsınız” diyen sesiyle gözlerini açtı. Menüyü çoktan masaya bırakıp gitmiş, bir sipariş gelmeyince gelip bir şey içmesi gerektiğini hatırlatmak istemişti anlaşılan. E, yerel bir biradan istedi. Garson uzaklaşırken E, insanın suya bu kadar yakın olup da bu kadar suratsız olmayı nasıl başardığını düşündü.

Aynı sandalyede üçüncü birasının son yudumunu içtiğinde hava iyice kararmıştı. Deniz kenarında kimse kalmamış, hatta oturduğu restaurantta da garson ve kendisinden başka kimse kalmamıştı. Yavaşça yerinden kalktı, kasaya gidip hesabı ödedi, tuvalete gitti. Lavabonun üstündeki aynada kendine baktığında kaşlarını çatık, alnını çizgi çizgi buldu. İnsanın suya bu kadar yakın olup da bu kadar suratsız olmayı nasıl başardığını düşündü. Kaşlarını parmaklarıyla yukarı doğru çekiştirip alnını düzleştirmeye çalıştı. Suratı düz hale gelince tuvaletten çıktı. Restauranttan çıkıp geldiği yöne doğru döndü fakat bu sefer yol ayrımından sola doğru yürüdü. Dar yolun ilerisinde yüksekçe bir tepelik vardı ve tepenin eteği otopark olarak kullanılıyordu. Yakınlardaki restaurantlara gelen insanlar arabalarını buraya bırakıyordu. Otoparkı geçti, tepeyi yukarı doğru tırmanmaya başladı. Fazla yüksek olmasa da tepede hiç aydınlatma yoktu. Belli ki insanların çıkmasının istendiği bir yer değildi. En yüksek noktaya varınca tepenin diğer tarafına doğru inmeye başladı. Yüksek çalılar ve kaygan eğimli bir toprak yolu kat etmeye uğraştı. Üstelik bunu neden yaptığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Ne demeye o hiçbir şeyini bilmediği tepenin ardına geçmeye çalışıyordu? Ne demeye kalkıp iki günlüğüne o hiçbir şeyini bilmediği kasabaya gelmişti? Ne demeye kendini kendine hapsetmişti? Cevabını bilmediği sorular zihninde yankılanırken o tepeden aşağı doğru inmeye çalışıyordu. Kayıp, olduğu yere oturuyor ya da dallara tutuna tutuna ilerliyordu. Etraf iyiden iyiye zifiri karanlığa dönmüştü. Artık sadece önünde uzanan denizden yansıyan ışıltılara doğru ilerliyordu. Kaya, tökezleye tepenin dibine vardı. Daracık kumsalda birkaç kocaman kaya vardı. Etrafta E’den başka canlı yoktu gibiydi. Gidip kayalardan birinin üstüne oturdu. Sırt çantasını da yanına koydu. Ayakkabılarını çıkardı, onları da diğer yanına, kuma bıraktı. Denizin yüzünde gördüğü dingin ışıltı, yine denizden gelen soğuğa karşı panzehir gibiydi. Üşüse de hiçbir yere gitmedi. Tek bir noktaya bakakaldı. Ne kadar zaman bu şekilde oturduğunu bilmiyordu ama birden derin bir nefes aldı, kafasını çantasının olduğu yöne çevirdi ve H’yi gördü.

O karanlıkta, o ıssız koya neden gider ki insan, hem de tek başına? H’nin zihni ona hem engel yaratıyor hem güç veriyordu. Kafasının içinde önüne sürekli atlaması gereken setler çıkaran bir yaratık ve kolundan bacağından çekiştirip denemediği şeyler yapmaya zorlayan bir başka yaratık vardı. Bu iki yaratığın en sevdiği şey tabii ki didişmekti. Onlar birbirlerini yiyor, biri asla diğerine yenilmiyor ve H’yi bir an olsun yalnız bırakmıyorlardı. O kumsalda, kayanın üstünde sırt üstü uzanmışken de her zamanki gibi kavga dövüş halindeydiler. H’nin kapalı gözlerinin kenarından birer damla yaş süzüldü. Dünyanın diğer ucuna da gitsen, dağa taşa tırmanıp kendini denize de vursan kafanı çıkarıp bir köşeye koyamıyorsun, düşünmekten kaçamıyorsun diye düşündü. O gözyaşları kayaya düştü. Kaya, tuzlu suya denizden alışıktı. Seve seve kabul etti, içine çekti. H gözünü açtığında gördüğü ilk şey E oldu. Üstünde yattığı kayanın yanında durmuş ona bakıyordu. Hızlıca toparlandı. O ülkenin diliyle E’ye ne yaptığını sordu. E de yattığını görünce bir şey mi oldu, iyi mi diye bakmak istediğini söyledi. Her şeyin yolunda olduğu, yoksa aynı ülkeden mi geldikleri, nasıl böyle bir tesadüfün olabileceği ve daha pek çok şey konuşulup bittiğinde gün ağırıyordu. Tüm geceyi o soğukta geçirmiş, hiçbir şey hissetmemişlerdi ama ikisi de konuşmayı kestiğinde titremeye başladılar. Geri dönme zamanı gelmişti anlaşılan. Önce H’nin yattığı ama sonra yanına E gelince ikisinin yan yana oturduğu kayadan indiler, ikisi de yerde duran sırt çantalarını taktılar. Sonra gülmeye başladılar. Birinin kendi evinden getirdiği, diğerinin önceki gün kendisininkinin sapı kopunca burada bir dükkandan aldığı çantalar birbirinin aynıydı. Bir gün önce geldikleri yolu geri döndüler. Önce çalıların arasından tepeye tırmandılar, sonra tepenin diğer yanından aşağı indiler. Önceki gün geldikleri yol bugün çok daha kısaydı. Sanki geçen zaman mesafenin yarısını alıp götürmüştü. Tepenin eteğine varıp otoparkı geçtiler ve yol ayrımına geldiler. E ve H birbirlerine el salladılar ve kaldıkları evlere giden iki ayrı yola girdiler.

H, suratında belli belirsiz bir gülümsemeyle eve vardı. Bahçede koşturan çocuklara ve kenarda oturan ev sahibesine günaydın dedi. Odasına girip yatağına kıvrıldı ve yüzünde asılı kalan gülümsemesiyle derin bir uykuya daldı.

H gözünü açtığında gördüğü ilk şey cam pervazında duran tekir kedi oldu. Pervazda zarif adımlarla yürüyor, gözlerini H’den ayırmıyordu. H, hava açık mı kapalı mı, gündüz mü gece mi diye düşünürken saate bakmayı akıl etti. Akşam yemeği saatine kadar uyumuştu. Yemek için odasından çıkarken önceki geceyi ve E’yi düşündü. O an E hakkında bildiği tek şeyin adı olduğunu fark etti. Nerede kalıyordu, telefonu neydi, ülkesinde nerede yaşıyordu, ne iş yapıyordu, soyadı neydi? Tek bildiği bir isim ve en sevdiği filmi neden sevdiği, hangi enstrümanı neden çalmak istediği, gittikleri maçlarda babasıyla olan anıları, annesinin hangi yemeği bir türlü sevdiremediği, kardeşinin okuduğu okulu ve gece boyunca aralıksız konuştukları diğer şeylerdi. Ama onu bir daha bulmasını sağlayacak hiçbir bilgi edinmemişti. Nefesi boğazında sıkışıyor gibi oldu. Odasının kapısında kalakalmış, ne içeri girebiliyor ne dışarı çıkabiliyordu. İki ayağının üstünde duruyor ama kafasının balon gibi uçmasına engel olamıyordu sanki. Sabit şekilde karşı odanın kapısına bakıyor ama baktığı yeri görmüyordu. Koşarak yanına gittiği dondurmacıdan bir top limonlu dondurma almış ve arkasını döner dönmez külahı yerine düşürmüş gibi hissediyordu. Burnundan derin bir nefes aldı ve içinden, her zaman olan şeyin olduğunu, bunda şaşılacak bir yan olmadığını, zaten bunu hak ettiğini tekrarladı. Yürüdü, salona girdi, kahvaltısını yaptı, odasına döndü, çantasını topladı, odasından çıktı, çağırdığı taksiye bindi, kasaba meydanına gitti, gelirken bindiği otobüse bindi, havaalanına gidene kadar gözünü açmadan uyudu.

H, uçağın tekerleri yere değdiğinde gözünü açtı. Gördüğü ilk şey yerde, bacaklarının arasında duran sırt çantası oldu. Çanta tüm ağırlığıyla göğüs kafesinde oturuyormuş gibi hissetti. Kendini nefes almaya zorladı ve uçaktan indi. Havaalanından çıkar çıkmaz taksiye atladı. Oturduğu binanın önünde taksiden indiğinde tam önünde bir başka taksi durduğunu fark etti. Dikkati, kendi taksicisinin bagajdan çıkardığı çantasındaydı. Çantayı aldı, sırt çantasını taktı binanın kapısına yürüdü. Sırt çantasından anahtarını çıkarırken yan binanın kapısındaki karaltının kendisine baktığını hissetti. Kafasını hafifçe kaldırdı, baktı.

E, öyle bitkin hissediyordu ki oturduğu binanın önünde sendeledi. Tek eliyle kapıya tutundu, sırtını kapıya yasladı, gözlerini bir saniye kadar kapalı tuttu. E gözlerini açtığında ilk gördüğü şey yan binanın kapısındaki H oldu.