Oldukça soğuk ve karanlık bir kış akşamıydı ve hayır, o gün güneş hiç açmamıştı.

Ölmeye yeminli herkes gibi geçmişti sokakları. Emin, kararlı adımlarla yürüdü. Caddeye çıkan bütün yollar bittiğinde son olmasını dileyerek baktı etrafa ve fırladı caddenin ortasına doğru. Evet, her şey bir anda olmuş, farların titrek ışığı gözlerini almış, az sonra gelecek beyaz körlüğün bilincinde ağzı yarı açık, film şeridini hangi yıldan evvel başlatayım diye düşünürken, ardından yalnızca bir beton soğukluğu gelmişti. Ve de şoförün küfürleri.Acıyı hissetti. Hayır, bedeninde değil, saatlerdir beyaz floresanın baskınlığıyla yoğrulan göz kapaklarında. Gözlerini güçlükle açıp, hızla bedenini yokladı, ne yazık ki diğer her şey yerli yerindeydi. Rahatça nefes alıyor, başını sağa sola oynatabiliyor, ellerini sıkıp gevşetebiliyordu. El… Ellerine bir daha baktı, boğuşmalar ve onu zorla tutup fırlatan güçlü bir el daha. Evet hatırlamıştı. Peki, neden buradaydı? Niçin uzun süredir beklediği dayanılmaz hafifliği duyumsamıyordu da lanet olası birtakım leş çarşafların içinde yatıyordu? Yo, belki de bir çeşit bekleme salonundaydı. Evet, evet bekleme salonu. Sırası gelince gidecekti. Sakin olmalıydı ve yapması gereken şeyi yapmalıydı. Beklemeliydi. O gece içine dalacağını hayal ettiği beyaz körlüğün daha fazlasına bakıyordu şimdi. Bu körlüğün iki yakası biri altında olmak koşuluyla ranzalardan oluşuyor, altından, alabildiğine kirli, beyaz benekli gri fayanslar akıyordu. Biraz soğukça bir bekleme salonuydu, üstündeki beyaz naylonsa bu soğuğu daha çok bilemişti. Sakin olmalıydı, beklemeliydi… Beyaz naylonsa giderek acı veriyordu…

Birinci koku; demir kapı her zamanki gıcırtısıyla açıldığında, yoğun ter kokusu odayı terkettiği gibi yerini ağır bir kadın parfümüne bıraktı. Acı bir ağırlık. Kimin geldiğini biliyordu, beyaz fırça darbeleriyle renklenmiş bahçe asfaltından ayırmadı bakışlarını. Ancak birkaç hafta olmasına rağmen bütün kokuları tanımıştı. Koku, duymak istemediği zamanlarda bile dönüp ona çarpıyor, dört duvar arasında kıstırıyordu. Gelen, yan koğuştan Feride. Uzun, beyaz entarisi, kısa saçları, çakma sarısı, kan kırmızı rujuyla Feride. Güç bela sakladığı sigarayı ince dudaklarına götürüp çakıyor kibriti. Buraya getirdiklerinde yüzü leş gibiydi. Bütün boyalar suratında ahenge karşı bir savaş açmış, karıştıkça karışmıştı. Öncesini bilmese beğenebilirdi pekâlâ onu, pullara ayrılıp dökülüverecek hissi veren o kalıp suratını sevebilirdi. Altında yatan çirkinliği nereden görecek oysa.

“Duydun mu, salacaklar mı dersin? Akşam avluda toplanacakmışız, öyle yazıyor her yerde. Belki de üçüncü sorgu?”

Kadının yüzüne bakmamaya devam ediyordu, omuzlarını silkti.
“Görmedim, hem salsalar ne olur? Çıkıp bağırmayacak mısın yine sanki camlardan ölüme?”

“Ne! Elbet bağıracağım, hatta bu defa öleceğim, hoş başarmıştım ya neredeyse, nereden tuttu getirdi beni bu şerefsizler! Ne yapacaklarsa? Gebermek de yasak!”

Kadın hızlı hızlı çekti sigarayı titreyen elleriyle. Yalan, bütün damarlarını yalayıp geçmişti. İçin için onları ölümden alıkoysunlar, tedavi etsinler istiyordu. Bu bir intihar provası olsaydı ve gerçek oyun hiç oynanmasaydı keşke. Göz ucuyla Feride’ ye baktı, titrek elleri ikinciyi yakıyordu. Bir daha ölmeye cesaret edemez bu lanet karı diye düşündü. Panoda yazanları hatırladı, herkesin ağzını yüzünü kırıştırarak birbirinin hayatına baktığı o panoyu. Daha ilk sorguda herkes dökülmüştü. Yalan yoktu. Soru tek, soru basit.

“Niçin ölmek istedin?”
Cevaplar koridorlara asılmıştı. Bir hastane soğukluğu kadar beyaz, aynı zamanda da yarı beline kadar kirli mavi duvarlarıyla bir okulu andıran koridorlara. Onlardan önce, Feride’nin deyimiyle kim bilir daha kaç intihar provacısının geçerken uğradığı yere. Belki Araf, belki cennet, eğer bütün dünya buradakiler gibiyse belki de bir cehennem. O panonun önünde saatlerce kalakalmış, yüzü sevgisizliğin üzerine akıttığı bir lav yığınının soğumasıyla kaskatı kesilmiş, neden hala bu cehennemden diğer cehenneme siktir olup gidemediğine oturup içli içli ağlamak istemişti.

Gözleri, aynı şiddetle yeniden doldu. Feride, yine her şeyin o panoda yazıldığı gibi olmadığından, kocasından, dayaktan dem vuruyordu. Bugün nedense her şeyi aynen fakat üstüne daha da basarak anlatıyordu, sesi çatallara ayrılarak, avuç içleriyle vicdanının ağzına ağzına bastırarak, haykırarak anlatıyordu…

“Aldatmadım, vallahi de yapmadım, herif beni saatlerce patakladı, kurtulamazdım, imkanı yok. Ölürdüm daha iyi, dar ederdi dünyayı bana!”
Geberseydin diye geçirdi içinden. Onu, kocasından dayak yediği bir gece vakti pencere pervazlarından haykırırken bulmuşlar. Atlıyorum, atlayacağım ulan bırakın! O herifin elinde boğulmaktansa yanar alev alırım! Eh tabii alev alır, aldatmış adamı, iğneden ipliğe, her detayıyla tek tek düşünerek sindire sindire, senelerce. Hem de her şeye rağmen o yellozu kabul eden adamı. Adam da çok sevenlerin hiç sevenlere yapabileceği tek şeyi yapmış. Vurup dökmüş. Tercih edilmemenin adabı budur, başka nasıl yeniden dikleşiversin ki, gururunun kırılıp da düşürdüğü omuzları. Şimdi de kocasına yazdığı mektuptan söz ediyordu. Ortalığa saçılmış mektuplara baktı, en sevilenlere yazılmış. Güya, en sevilenlere… Panodaki cevaplar… Sevilenler…

İkinci sorgu: sorgu değil gibi aslında, emir tek, emir basit. Bir mektup yaz, en sevilene olsun ve mümkünse intiharının asıl sebebi olsun! Yazılanlar yerlere fırlatılıp herkesin hayatı herkesin önüne bir halı gibi serildiği vakit bu insanlara daha çok acımış, niçin ızdırabın onları böylesine yakıp kavurarak ölümün ayakları dibine yuvarladığından haberdar oluvermişti. Kendi ızdırabı hariç. O, mektup yazamamıştı mesela, sevdiği yoktu, fırsat vermemişlerdi. İlk sorguda da kâğıdı boştu, bomboş katıksız bir beyazlıkla panoda günler boyu sallanmıştı…

İkinci koku; ağır, pis bir para kokusu odayı doldurdu. Yüzü, sevgisizliğin verdiği derin kırışıklarla ince ince işlenmiş Fevzi’ydi içeri giren. Ranza arkadaşı Fevzi… Koca ağzı, kara yüzünde sinsi bir sırıtışla yayıldı:
“Ooo, burada değil avluda toplanıyoruz koğuş! Hava kararınca.”

Feride en nihayetince onu dinleyecek biri gelmesine pek heyecanlanıyor. Belki o da içten içe istemiyordur ölmeyi, belki o da korkuyordur.
“Ya üçüncü sorgu ya salacaklar, hangisi sence?”

Feride’nin sorusundan aldığı güçle ranza arkadaşına döndü:
“Çıksan buradan devam edecek misin gerçekten de, söylesene Fevzi?”

“Yok be paşam, ne devamı, nasıl dönerim o eve, geçmişe, ölüp öleceğimiz budur işte, kimsenin salacağı da yok, önümüze bakalım.”

“Evet, önümüze bakalım Fevzi.”
Gülümsüyor silik silik. Önümüze bakalımmış, adi herif. Salsalar önüne bakıp gidecek bir korkak daha. Hep böyle miydi bu adam acaba, o yüzüne yapışıp kalmış gevşek gülümsemesiyle. Düşünsene, bir baba çocuğunu tren garında unutup, trene biniyor, belki de unutmak istiyor. Ve o çocuk bir molalık ağlayışın ardından birkaç saat içinde bir köşede cansız bedeniyle… Ve düşünsene, sen o babasın… İlk sorgun, bir gece vakti, artık o çocuğun geri dönmeyeceğini bildiğin bir geceyi anlatıyor. Hep konuşan karın, dırdır eden, ağlayan sızlayan karın. Sorumsuzluğun sorumluluğunu almanla birlikte önce kadına saplanıyor metal, sonra tam bu sefil hayatı bitirecekken avaz avaz bağırarak ağlamanla birlikle apartmanı inletirken buluyorlar seni. Hem intihara teşebbüs, hem de katil, hem de iki kere katil.
“Bırakın ulan, bırakın, gebereceğim!!!”

Şuradakilerden tek farkı var bugün, ne daha az sevgisiz ne daha az gamsız. Sadece bugün binbir telaşla kendi vicdanlarını susturmaya çalışanlardan değil, açtığı her kapının ardına kendi günahsızlıklarını sıralamıyor art arda. Farkında, kimsenin pisliği kimseye değmiyor bugün kimse kimsenin umrunda değil. Herkes öyle batmış ki boka, çırpınıyor.

Üçüncü koku; gerçekten de bok. Aralık kapıdan hemşire giriyor içeri. Bütün koğuşlar, bütün ölmeye ramak kalmış o sevgisiz hayatları turlamış da gelmiş belli. Giderek odaya yayılan kokuyla bulanan midesi nefes almak istiyor. Kireç bağlamış camı aralıyor, gün geceye dönmek üzere. Yıldızlar belirmeye başlamış. Hemşire beklenen haberi verdi.

“Hadi bakalım, bahçeye, toplanın! Mektuplarınızı almayı da unutmayın! O çok sevdiklerinize yazdığınız.”

“Sorgu mu? Emir mi? Yoksa… Yoksa?” diye atılıverdi Feride.

“Hiçbiri. Yalnız sen, sen kalıyorsun, sakın dışarı çıkma olur mu?”
Sesinin tonundaki kindarlık uysal, sevecen bir kadın tınısına evrilmişti. Daha önce böylesi bir ses duymayışı onu ürkütmüştü. Hoş, onu ürküten çok daha başka şeyler vardı. Neden kalıyordu, niçin kalıyordu, gidenler nereye gidiyordu?
Kadın işaret parmağını dudaklarına götürüp fısıldadı: “Şşşt bugün matem günü.”
Fevzi’yse gitmeden evvel pisliğini üzerine son kez bulaştırdı belli belirsiz bir söylenmeyle. “Ulan, ne şanslı adamsın!”

Düşündü, şans mı şanssızlık mı? İşte bitiremediği işi bitireceklerdi sonunda. Sakince odada beklemeye koyuldu, tıpkı ilk günkü gibi. Bu defa her şey yolunda gidecekti… Sıçradı, kulakları ağır ağır çalan bir sirenle doldu. Camı ardına dek açtı, göğün göğsü yırtılıyordu, kara bir delikti sanki her nefeste inip kalkan. Yavaşça meydana fırladı delik. Asfalttaki özenle çizilmiş beyaz fırça darbelerinin tam ortasına. Koca, kapkara bir delik şimdi. Hani yıldızlar? Hani nerede ışığından günler boyu yetecek güneşler çaldığı yıldızlar? Yok. Kara delik onları da alıp katmış içine, bir kıyamet sanki bu. Sevgisizliğin kıyameti. Bahçenin ortasında bir grup… Gamsızlığın her daim harlı tuttuğu alevli gözleri şimdi nemli… Biriktirdikleri yaşlar düştü düşecek yaktıkları onca kalbin üzerine ve sönecek yangınlar adalet yerini bulsun diye. Olup biten her şey camın ardında… Kalabalığın arasından Feride’yi görüyor gözleri. Can havliyle ardına dönüp insan selini aşmaya çalışıyor, hani boğulmaktansa yanıp alev alıyordu bu kadın? Ölüm böyle bir şey galiba… Hangi gama kedere bulaşmış olsan da, hangi bok çukuru olsa da yuvan, hangi karanlığı örtmüş olsa da peçen, hepsi ölümden güzel. Fakat bir dakika, burası ölmeyi seçenlerin yeriydi, korkakların değil… Belki kendi kendini öldürmeyince böyle oluyordur. Ben hep öldürüldüm, korkmuyorum. Bomboş benim kâğıtlarım ve yok gözyaşlarımla yangınlarını dindireceğim mektuplarım. Ben, dimdik duracağım!

Gözlerini kapattı, kulakları sağır eden bütün günahlar bir hortum gibi dönedurdu kara deliğin içinde. Kimse haklı çıkmadı, evet bu bir sorgu değil, bu bir salıverilme değil, bir tedaviyse hiç değildi. İntiharın provası gerçek olmuş, oyun oynanmıştı. Fırtına dindiğinde bütün bir grup, haftalarca aynı binayı dört bir koldan paylaştığı o insanlar, gözden kaybolmuştu. Ölüm bir kez daha önünden geçip gitmişti. Bir grup insandılar intihara teşebbüs etmiş fakat az önce toplu bir kıyım yaşanmıştı. Yerlere baktı, sevilenlere yazılan mektuplar kalmıştı geriye. Zamanında sevildiğini sananlara üzüldü. Ardından hemşire geldi.

“Taburcu oldun. Küçük kıyamet dindi, bütün sorgular bitti.”

Kapıyı gösterdi, beynini uyuşturan beyazlık, geceden kalma kara fırtına. Ayaklarını sürüyerek çıktı sokağa. Başını kaldırıp girişini hiç göremediği avlunun demir parmaklıklı kapısına baktı.
“Küçük Kıyamete Hoşgeldiniz, Önden Buyrunuz.”

Dışarıda başka bir dünya vardı şimdi, her zaman kandırmıyordu mesela hiç sevenler çok sevenleri. Sokaklar o kadar da unutulmuş değildi, ölmeye gittiği yaya geçitleri ufak bir tebessümdü şimdi. Panodaki bütün yazılar geliyordu aklına ara sıra. Cinnetler, cinayetler, bir hayvandan bir insana sevgisizlikler. Aç kurtlar, köpekler, doymayanlar, doydukça patlayıp küfür kusanlar. Sevmeyenler ve birbirlerini hiç sevmemiş insanlar. Sen, demişti hemşire kapıdan çıkarken, önce kendini sev. Senin teşebbüsün kendine sevgisizliğinden… Senin vicdanının kendine vereceği hesaplar var, bir başkasına değil. Henüz erken. Belki başka bir intiharda buluşuruz ama şimdi değil.