Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” demeseydin keşke Mevlana! Daha kolay olurdu katlanmak muhakkak… Keşke demeseydin Mevlana…
İster istemez buna geliyorum her kimsede. Ne olursa olsun sonunda, göründüğü gibi olabiliyor mu, göze alabiliyor mu her haliyle karşımda durmayı? Çıplaklıktan korkuyor mu? Yaralarını kapatmaya mı çalışıyor; hani en insan yerinden nefes almıyor mu?Uzak duruyorum onlara; elimde değil. Bana yabancılar, kendi yaralarına bile… Anlayamıyorum. En olmazı istiyorlar: Olduğu gibi görünmemeye çalışmak… Zordur, değil mi? Her an başkaca davranmaya zorlanmak; nihayetinde illa ki yorulursun. Olmadığın aynada çıkmaz suretin. Duyuramazsın sesini, nefes vermediğin yerde. Orda hiç olmamışsındır zaten. Velhasıl yoksundur… Her an olmayanı yaratmak adına gömülürsün bataklığa. Bile bile lades aslında.Ve sevemezsin kendini. Sevmiyorsundur.
Derdini bilmeden, çıkmaz sokak dermanına gidersin. Dönemezsin de bir türlü.
Yokluk zordur; yorar adamı: Her gün başlarsın ve yitirirsin geçen günü.
Birbirlerine çarpan yüzlerden yorgunum.
Maskelere gerek yok artık.
İfşa edilmiş yalan dolan!
Güneş, balçığa öykünüyor sanki; işler değişti.
Sen olsan ne derdin Mevlana?
Yüzünü gizlerdin belki…
Belki kör olurdun…
Bilmiyorum, belki de hiçbir şeyi.
Ama sezdiğim var:
Olanla görünen arasında artık başka şey var…

 

12.02.2009’dan naftalinli bir yazı. Aydın Engin’in Tırmık’a Tırmık kitabını okuyanlar bilirler; Engin’in Cumhuriyet gazetesinde Tırmık adlı bir köşesi vardı. Oradaki yazıları tekrar tırmıklayıp basmıştı sözünü ettiğim kitapta. Yazıyla ilgilenmek isteyenlere, siz bu hataları yapmayın demek için. Eşsiz bir lezzeti var o kitabın.

Gelelim bana. Neye bozulduğumu hatırlıyor ve o kızın omzuna dokunup gel konuşalım demek istiyorum. Mevlana’ya serzenişte bulunmuş, içimi dökmüştüm. Büyük laflar etmişim. Kırgınmışım. Güzel haber; kırgınlık geçiyor. Lakin ettiğin laflar yarının oluyor, hele yazmışsan, bir kuytuda saklamışsan…

Esen poyraz hemen geçmedi. Mevsimler ikiye düşmüştü aslında: Baharlar silinmişti…

Ağaçların yapraklarından değil de insanların kıyafetlerinin değişmesinden anlıyordum mevsim geçişlerini. Sonradan yani. Beterin beteri var diyemeyeceğim günlerim oldu. Hayatın ezgisini duyamadığım zamanlardandı. Düşün, hava yok diye sesin çıkmıyor gibi…

Ama yine Mevlana girdi araya:

(…) ve mevsim geçer,

Gölge veren ağaçların dalları kurur,
Sabır taşar,
Canından saydığın yar bile bir gün el olur.
Aklın şaşar, dostun düşmana dönüşür.
Düşman kalkar dostun olur.
Öyle garip bir dünya,
Olmaz dediğin ne varsa olur.
Düşmem dersin düşersin.
Şaşmam dersin şaşarsın.
En garibi de budur ya;
Öldüm der durur yine de yaşarsın…

Bir ağacın kendine ait zamanı var. Biz dört mevsim deriz yahut sayarız günleri. Ağacın kendi zamanını seyre daldım. Bulutlardan fal baktım. Bir çocuğun gülüşüne dünyayı sığdırdım ya da kandım. Artık “Durma göğe bakalım” diyen ustaya saygı duruşlarındaydım.

Sonra renkler gelmeye başladı… Ve sesler! Evet evet, baharlar da geldi. “Neşeli ol ki genç kalasın” salt bir çocuk şarkısı değildi…

İnsanın şifası da parmak izi gibi.
Ben Mevlana’da bulurum, sen Neşet Ertaş’ta…
Sen şarap seversin, ben rakı…
Ben gurbetin esiriyimdir, sen sılanın darağacını seçmişsindir…
Ben bahara aşık olurum, sen bana vurulursun…

Sevgili okur, bu sefer mazur gör; kendime yazdım. Kırıldığım çok da mühim değilmiş. İnsan bu, şaşabilir. Herkes en azından ikinci şansı hak eder. Bütün bu kıyamet; yaşadığın her ne ise onu orada bırakıp, ellerin cebinde, içinden yahut avaz avaza o şarkıyı söyleyememektenmiş. Umarım dileyene bu his; bir gün doğumu anı kadar kısa sürede gelir… Elbet gelir ama. Güneş doğuyor her gün nasılsa!

 

Simge!

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi,
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,
Dünle beraber gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”

Bilmiyorum, doğru mudur: “Ertesi gün için bir şey diyemem ama rakı içtiğin gün ölmezsin.

Lakin şarkı söylemediğin gün boşa geçmiştir. Ama bugün değil.[*]

[*] Yazı bitti. Bihaber olarak sordum Google arkadaşa. Mevlana şarkı sözü yazınca bak ne çıkıyor…