Saatin alarm sesi ortalığı inletti. Lanet olsun, yine hemencecik sabah olmuştu. Az önce uykuya dalmış gibiydi oysa ki. Gözlerini açmadan, başucundaki saate sert bir yumruk indirdi eliyle. Ses kesildi. Oflaya puflaya kalktı yataktan. Hızlıca üzerini değiştirdi, yatağı dağınık bıraktı bugün. Pijamalarını da öylece fırlattı sandalyenin üzerine. Akşam gelince toplardı nasıl olsa! Saçlarıyla hiç uğraşmak istemedi uzun uzadıya. İnce bir lastikle topuz yaptı. Hafif bir makyaj yeterdi. Zümrüt yeşili gözlerini kalemle belirginleştirdi biraz. Uçuk pembe bir ruj, şeftali renginde allık… Rujunu iyice yedirmek için dudaklarını birbirine sürterken, aynadaki yansımasını izledi bir süre. Kahretsin, yine çok güzeldi. Adı gibi harikaydı işte. Bluzunun dekoltesini düzeltirken, bugün yapılacak toplantıları düşündü sırasıyla. Seviyordu işini. Yapılacak çok şey vardı, gezilecek çok yer, okunacak çok kitap… Evde bekleyen bir yığın kitap ilişti gözüne. Akşam gelince şöyle güzel bir kahve yapıp, Proust okurdu olmazsa. Salondaki balkon camının önünde duran çiçeklerine su verirken sevgiyle okşadı her birinin yapraklarını. İsim bile koymuştu onlara. Sabahları pek lanet olurdu aslında ama içinde taşmaya hazır sevgi seli de her daim mevcuttu. Siyah stilettolarını ayağına geçirip üzerine tam oturan kaşe mantosunu giydi. Kapıyı kapatmadan önce birer kez öpücük yolladı çiçeklerine. Sonra kilidi üç kez çevirip anahtarı şık, siyah çantasının içine attı ve apartman kapısından çıkıp caddeye doğru ilerledi tıkkıdı tıkkıdı…Yolun kenarına park ettiği aracının önüne gelince, elini cebine atıp arabanın anahtarını çıkardı. Tam o sırada telefonu çalmaya başladı zır zır… Aceleyle çantayı açmaya çalışırken, elindeki anahtarı yere düşürdü. Sabah sabah uyuz olmak için ilk sebep oluşmuştu nihayet. Saçları elektrik çarpmışçasına birden havaya dikilirken, yüzündeki o lanet ifade görülmeye değerdi. Daracık eteğiyle iki büklüm eğilerek, anahtarı yerden alıp öfkeyle çantasından telefonu çıkardı. Annesiydi sabahın bu kör saatinde. Telefonu meşgule verdi, işe gidince arayacaktı, sırası mıydı şimdi canım? Söylenerek arabasının kapısını açmaya çalışırken, acı bir fren sesi bütün caddeyi boydan boya yıkadı. Etraftaki insanlar bağırıyor, feryat figan ederek ona doğru koşuyorlardı. Harika ne olduğunu anlamak için arkasını dönüp baktığında gördüğü tek şey, kontrolden çıkan otobüsün hızla üzerine doğru geliyor olmasıydı. Kıyamet gibi bir çığlık attı. Dünyaya son kez seslenişiydi bu. Hayatı gözlerinin önünden bir film şeridi gibi akıp geçerken, bataklığa saplanmışçasına onu içine doğru çeken beyaz ışığa teslim olmamaya çalıyordu inatla. Filmlerde görmüştü. O beyaz ışık hiç hayra alamet değildi. Sonra bir parça pamuğu tıkayıveriyorlardı bir yerlerine. Direndi gücü yettiğince. Sonunda pes etti. Aldığı nefes tüm hücreleriyle vedalaşıp terk etti vücudunu. Gerisi sonsuz bir hissizlikti…

Gözlerini açtığında bembeyaz bir düzlüğün üzerinde buldu kendini. Uçakla yolculuk ederken her defasında, üzerinde tepinmek için hayalini kurduğu o pufidik bulutlar değil miydi bunlar?

— Ay harikaaa yaa!

Adını duyunca irkildi. Evet ortam gerçekten de harikaydı ama yalnız değildi anlaşılan. Uzaklardan ona doğru konuşarak gelenler vardı. Harika umursamadı kimseyi. Bulutların üzerine hızla attı kendini. Ne güzel, hiç ağırlığı yoktu, tüy gibi hafifti. Kilo alırım korkusu da kalmamıştı artık. Ölmek, yaşamaktan daha mı güzeldi ne? O pufidik bulutların üzerinde hoplayıp zıplarken sesler iyice yakınlaştı ve sonunda karşısındakileri görünce gözlerine inanamadı. Bunlar geçen gün alışveriş merkezini birbirine katan dinazorlar değil miydi? Üstelik aynı dili konuşuyorlardı. Yok artık! Yaşam çığrından çıkmıştı kabul ama ölümün de ondan geri kalır yanı kalmamıştı hani. Gerçi burası neresiydi onu da bilmiyordu ya! Neyse çok üzerinde durmadı, şu anki sakinlik iyi gelmişti Harika’ya. Yoğun iş temposu, hayat telaşı derken zaten yeterince yorulmuştu. Bu arada dinazorlar Harika’ya hiç aldırış etmeden, kendi aralarında konuşup duruyorlardı. Bir an için görünmez olduğunu düşündü.

— Kız Mahmut abi, ay harika burası. Bayıldım yaaa. Kızzz, biz nasıl geldik şimdi buraya?
— Ya Kamil, oğlum hiç sorma. Ben yine bir eşeklik yaptım galiba.
— Ay Mahmut abi sen dinazorsun, ne eşeği?
— Abicim ya, sen niye bu kadar zor anlıyorsun? Öldük oğlum, öldük biz!
— Ben de sana ölürüm, pırlanta kalpli abim benim yaa!
— Kamil bak şurda bela anmıyorum yine başımıza bişey gelecek diye. Beni çileden çıkarma oğlum ya. Tek tek anlatıyorum, iyi dinle beni! Hani alışveriş merkezinde bizi kafesin içine atmışlardı da, o sırada bize bağırıp çağıran taş binaların sahibi o hayvanı sen de hüüppp diye yutmuştun ya…
— Yani şimdi öyle el kol hareketi yapınca, o sinirle ağzıma kaçtı hayvan, evet…
— Hehh işte ben de gözlerimi havaya dikip ne yapacağız şimdi, diye endişelenirken o sırada bir yıldız kaydı gökyüzünde. Telaşla içimden ‘Allah canımızı alsa da kurtulsak’ diye geçirdim.

Kamil, boş gözlerle Mahmut’a baktı. Çünkü ne demek istediğini yine anlamamıştı.

— Diyorum ki dileğim kabul oldu. Allah canımızı aldı, yani biz öldük.
— Evet.

Kamil’in tepkisizliği Mahmut’u endişelendirdi. Onu çok iyi tanıyordu. Tek kelimelik cevapların ardından genelde bir fırtına kopuverirdi. Fırtına öncesi sessizliği ilk bozan Harika oldu.

— Selam, ben Harika.

Kamil hiç cevap vermedi. Başını yana çevirmiş, arka ayaklarıyla içindeki sinirin temposunu tutuyordu.

— Aleyküm selam, ben Mahmut. Kalbi kırık olan arkadaşımın adı da Kamil.

O anda Kamil bir hışımla yüzünü onlara doğru dönüp koca ağzını sonuna kadar aça aça, Mahmut’a olanca öfkesiyle bağırmaya başladı.

— Pardon ama yani böyle dilek mi olur yaa! Allah canını almasın Mahmut abi. Gerçi alınacak canın da kalmadı ya! Bir de benim dileklerime laf eder, aptalca bulursun. Kusura bakma ama senin şu yaptığın ne o zaman? Ben gidiyorum tamam mı! Gökyüzü değil mi burası? Bir yıldız bulurum elbet dilek dilemek için… Kız ben yaşamayı çok seviyorum yaa, napcam şimdi? O rengarenk kelebekler uçuşmicak mı bi daha? Çiçekleri sevemicek miyim tontiş tontiş?

Harika, selam verdiğine bin pişman oldu. Bir iki adım geri çekilip kavgaya karışmamak için başını başka yöne çevirdi. Kamil’in neden bu kadar tepkili olduğuna bir anlam veremezken, onun söyledikleri karşısında da yüreği burkuldu biraz. Tabi ya, çiçekleri… Kim sulardı şimdi onları? Kim konuşurdu onların dilinden? Konuşmak… Birden annesi geldi aklına. Eyvah! İşe geçince arayacaktı onu. Ama işe gidememişti bile. Keşke zamanı geri alabilseydi. Kendisini çaresiz ve tükenmiş hissetti. Kamil haklıydı. Yaşamanın zorlukları vardı elbet ama çok da güzeldi be! Kelebekler… Çiçekler… Kuşlar… Deniz kokusu… Sevdikleri… Kitapları… İç sesi konuştukça konuşuyordu. Burada da yakasını bırakmamıştı Harika’nın. Onun söylediklerini duymazdan gelmeye çalışırken, Kamil’in çoktan arkasını dönüp yanlarından ayrıldığını fark etti. Kayan bir yıldız bulabilmenin derdine düşmüştü büyük ihtimalle. İçinde yaşadığı hesaplaşmada boğulmak üzereyken Mahmut’la göz göze geldiler. İkisi de daha fazla tutamadı gözyaşlarını. Mahmut onu ön ayaklarıyla kendine doğru çekip sarıldı sıkıca. Gözyaşları, ruhlarını yıkayıp bulutlardan aşağıya doğru sel gibi akmaya başladı.

— Rahmet yağıyor mübarek. Cenazeyi nasıl gömeceğiz arkadaş. Ne uğursuz kızmış bu da. Donumuza kadar ıslanacağız!

Mezarcının sesi, yere düşen yağmur damlalarıyla buharlaşıp bulutlara kadar ulaştı ve orada bangır bangır yankılandı. Uğursuz mu? İşte bunu duymak hiç hoşuna gitmedi Harika’nın. Haline dönüp bakınca, hiç tanımadığı bir dinazorun gövdesine başını yaslamış, ağlayan bir ezik gibiydi resmen. Uğursuz ve ezik! Mahmut abiyle giriştikleri şu ağlama seansına son verip bir an önce aşağıdaki densiz mezarcıyı ziyaret etmeliydi. Zaten Mahmut abi de Kamil’i bulmalıydı. Gözyaşlarını akıttıkları bulutların üzerinden, tekrar görüşmek dileğiyle ayrıldılar. O gözyaşları süzülene kadar Harika da dünyada bir gezintiye çıktı. İlk durak tabi ki eşilmekte olan mezarının başıydı.

Mezarcı toprağı kazarken, yağan yağmurun altında ha bire söyleniyordu. Ah bir bilseydi anılan ruhun hemen dibinde belirivereceğini, çenesini kapatırdı anında. Harika mezarın başına yaklaşıp saçından sular süzülen adamı ve eşilmekte olan çukuru izledi. Bu hazırlıkların onun için yapıldığına inanamıyordu bir türlü. Hani denir ya ‘Her fani ölümü tadacak’ diye, o henüz ölümü tadamamıştı nedense. Yaşamakla ölüm arasındaki bir duyguda sıkışıvermiş gibiydi. Önce görünmez olduğundan emin olmak istedi. Dil çıkarıp nanik yaptı. Hiç tepki yok. Güzel! Sonra nesnelere dokunmaya, hareket ettirmeye çalıştı ama biraz zorlandı. Hırslıydı, sağlam bir odaklanmayla bu sorunu da çözdü. Sıra geldi mezarcıya. Uğursuz demek? Adamın kürekle çukurdan çıkardığı toprakları, Harika elleriyle geriye doğru atmaya başladı. Bir süre sonra toprağın havada uçuştuğunu gören mezarcının gözleri fal taşı gibi açıldı. Bacakları tir tir titriyordu. Utanmasa altına kaçıracaktı o esnada.

— Eşhedü en la ilahe… Allahım sana geliyorum. Noluyor lan?
— Ölenin arkasından konuşulmaz bilmiyor musun?

Mezarcı korkudan ne yapacağını şaşırdı. Elindeki küreği görünmeyen sese doğru anlamsızca savuruyordu.

— Ablacım valla ben kötü bir şey demedim. Allah rahmet eylesin, mekanın cennet olur inşallah.
— Uğursuz dedin sanki?
— Yok sen yanlış anlamışsın. Ne kadar kusursuz dedim ya. Bak rahmet yağıyor, ne güzel bereketiyle gitti dedim.
— O yağmur değil gerizekalı. Mahmut abiyle ikimizin gözyaşları.
— Hadi ya, bak şu Allah’ın işine. Ne güzel adamdı o da. Bir günde iki kusursuz insan kaybettik desene. Mahmut abiye de sevgilerimi ilet ablacım, çok öpüyorum ellerinden.

Harika, mezarcının haline kıs kıs güldü içinden. Dinazoru, insan sanmış, yalakalıktan kırılıyordu resmen.

— Peki söylerim. Mezarımı iyi kaz. Gömülürken kontrol edicem. Bir yamuğunu görürsem, perişan ederim seni. Koskoca adamsın, efendi ol biraz!
Mezarcı korkudan ecel terleri dökerken kafayı tırlatmamak için zor tutuyordu kendini.
— O iş bende ablacım. Sen cenazen kalkana kadar bir güzel gez dolaş. Zaten anca vedalaşırsın sizinkilerle. Ben burayı beş yıldızlı otel gibi yaparım. Sen hiç merak etme.

Doğru ya, nasıl düşünememişti! Yine aynı şeyi yapmış, en sona bırakmıştı onları. Bir an evvel ailesinin yanına gitmeliydi. Annesi kim bilir ne haldeydi? Ya babası, abisi, arkadaşları? Acaba kimler gelmişti onu son gününde uğurlamaya? Mezarcıyı korkusuyla baş başa bırakıp soluğu cenaze evinde aldı. Ağlama sesleri acıya dönüşüp pencerelere çarpıyordu hızla. Uğultular ise bir bulut gibi evin üzerini kaplamış, güneşin ortalığı aydınlatmasına izin vermiyordu. Lokomotifini kaybetmiş tren vagonları gibi merdiven boyunca uzanan ayakkabıları takip edip sessizce eve girerken iç sesinin fısıltısını duydu.
‘Pişmanlıklarınla yüzleşmeye hazır mısın’
Harika, odanın aralığından usulca başını uzatıp içeri baktığında annesinin kan çanağına dönmüş gözlerini gördü ilk. Ardından bembeyaz yüzünü, sessizce süzülen ama hiç dinmeyen gözyaşlarını… İşte o an ölümün soğuk nefesini fark etti ensesinde. Her şeye bir şekilde zaman bulabilmişti, çiçeklerine bile. Ama o telefonu açıp cevap veremeyecek kadar yoğundu hayatı. Oysa ki annesi hissetmişti sabah hızla gelen otobüsün ağırlığını. İç sıkıntısıyla aramıştı Harika’yı.
“Kızım iyi misin?”
Açmamıştı o telefonu. Sonra arardı annesini. Akşam arardı olmazsa. Yarın arardı. Tabi ya, yarın arardı onu. Yarın… Yarın’lar acıyla birleşip pencerelerden atlamaya başladı tek tek. Bu bir toplu intihardı. Çünkü artık yarın olmayacaktı…

Bu bir eklenmeli öykü dizisidir.
İlk öykü Betonya‘ya Öykühane‘den ya da doğrudan http://teneffushane.com/teneffushane-oykuhane-betonya-sema-saka/ ulaşabilirsiniz. Üçüncü öykü ise çok yakında 😉