Hava kapalı olduğu için gökyüzünde pek yıldız seçilmiyordu. Ay ise bulutların arasında şekilsiz bir parçasını gösteriyordu sadece. Murakami’nin romanlarında olduğu gibi ortam şartları sinirlerimin gerginliğine çanak tutmakla meşguldü.
Etraf karanlıktı. Kapkaranlık. Zifiri… Kalabalık. Ama tenha… Sessiz. Ama, duyulmayan sesleri olan… Kendi ahenginde. Kendiminkinden başkasını duyamadığım sahipsiz kalp atışları gibi.
Yüzündeki bu deli ifadeyi daha önce defalarca görmüştüm aslında. Ama bu gece hepsinden daha korkutucuydu.
Hadi Elif, etrafa bakınıp durma?
Korkuyorum Hakan, sanki biri bizi izliyor. Geliyorum… Bir dakika, ahh, ayağım takıldı göremiyorum.
Tamam. Bağırma, şimdi yakalanacağız. Gideceğimiz mezar şu tarafta, Sabah gelip görebildiğim en eski tarihli olanı işaretlemiştim. Bak gördün mü geldik bile.
Ne kadar da soğukkanlı… Bu hali öldürecek beni. Artık dayanamıyorum, bu son. Allah’ım tek tek elindeki feneri üzerlerine tutup taşların hepsini okumak zorunda mı? Duymak, görmek, burada olmak istemiyorum. Daha bu sabah markette ben parayı öderken kenarda duran sakızları cebine attığında kıyameti kopartmıştım. Söz vermişti. Yine yaptı yapacağını işte. Bu işin buraya varacağını anlamalıydım, mezarlık bekçisi diye kaydettiği numara aradığında. Of Allah’ım ne işim var benim burada.
Merak etme bugünden sonra tüm korkularından kurtulacaksın. Bana güven. Attığı kahkaha sessizliğin içinde koca bir yarık açmıştı.
İki adım ileride zaten baksana, taşı bile kırık, bakımsızlıktan yok olacakmış neredeyse. Al. Biraz iç, iyi gelir. Hissettiği duygu neyse, alnında daha şimdiden ter damlacıkları oluşturmuştu bile.
Bilmiyorum. Hakan, yapmasak mı? Hadi geri dönelim.
Saçmalama, iç hadi. Kadavra dersinde de aynısını yapmıyor muyuz sanki.
Ama onlar vücutlarını bağışlamış oluyorlar. Biz çalıyoruz.

Nefesim daralıyor, cırcır böceklerinin sesleri bile korkutucu burada. Sanki bu dünyaya ait değiller, mezarlık sınırlarından itibaren başka bir yer burası. Evet, bu son nokta… Hem bu hayat için hem de Hakan ile ilişkimiz açısından.
Elif kendine gelir misin, burda adam öldürmüyoruz. Hem düşünsene, bilime böyle bir hizmeti olacağını bilse gurur duyardı kendisiyle mefta kişi. Durma ver şu kazmayı.

Kesin delirdi iyice, nasıl bir bakış açısı bu. Ya ben bu adamı nasıl sevdim. Tanıştığımız güne, onunla aynı sokaktan ev tutuşumuza sebep olan tesadüfe lanet olsun. Ya kalpten gideceğim ya da heyecan yaşamak için beni boğazlayacak bir gün. İlk baştan beri böyle miydi? Ben mi kördüm yoksa. Kadavranın kulağını kesip cebime attığında korkudan ağlamaya başlamış otobüsten inmiştik birlikte. Çok üzülmüştü. Bana açıklamaya çalışırken aslında cebime atmayı planlamadığını, asıl çalarken duyduğu heyecan için yaptığını söylediğinde pek anlam verememiştim. Beni kıskanması, koruması hoşuma gidiyordu. Ama ilk defa o gün kolumu çok acıtmıştı Okanla konuşmamız biraz uzayınca. Anlamamıştım bile neden o kadar kızdığını.

Allah’ım çok korkuyorum Hakan ne işimiz var burada, hadi hemen gidelim.
Bekle derinleşmeye başladı bile… Elif biliyor musun, ilk kez annemi mezara koyarlarken görmüştüm. Çukurun içine en yakınlarından biri giriyor, cesedi yerleştiriyor. Birkaç tahtadan oluşan bir çatı kuruyorlar. Cesedin başı buraya geliyor. Daha önce duymuş muydun, ölen insan, öbür dünyaya göçtüğünü anlamazmış başlangıçta. Ne zaman ki, mezarın içindeki bu tahtaya başı çarpar, o zaman ölmüş olduğunu anlarmış.

Sanki elimizde kahveler oturmuş sohbet ediyorduk. Bu denli rahat adam yani… Askere henüz gitmediği için kendimi şanslı hissedeceğim neredeyse. Gel de anlat durumdaki anormalliği bu deliye.
Tamamdır, kemiklere ulaştım. Getir şu torbayı. Uzat, biraz daha uzatsana.
Ben kusucam galiba, …

Saçmalama ya, hadi uzat şunu durma.

Ulaştığı ilk kemik parçasını elinde tutarken gözlerinde beliren ışıltıyı hayatım boyunca unutmayacağım. Kazandığı bir kupaydı, alnından akan terlerin her damlasını hak etmişti kendine göre. Nefesi sıklaşmış, zafer sarhoşu olmuştu adeta. Bu heyecan ne korku, ne mutluluk, ne hazdı. Tanımlayamadığım bir şeydi yüzüne yapışan delilik. Zevkin doruk noktasındaydı, şimdi o mezarın içinde bir sigara yakıp tüttürecekti neredeyse. O an içime yeni bir korku yayılmaya başlamıştı. Böyle bir adama ayrılmak istediğimi nasıl söyleyeceğim…

Al.
Uzattığın yere baksana, ben orada mıyım, öbür tarafa.
Tamam, al, hadi gidelim buradan.
Bak işte çıktım. Tereyağından kıl çeker gibi hallettik. Hayatımda bu kadar heyecanlı bir iş yaptığımı hatırlamıyorum. Nasıl titriyorum görüyor musun? Müthişti, müthişşşş. Öyle değil mi Derbeder.
O ne yaa?
İskeletimizin adı sevgilim… Ben mezarın içindeyken fısıldadı. Derbeder’miş adı.
Şöyle deli deli gülme. Ölecektim nerdeyse, hadi bas gaza.
Seni bir kez öpmeden olmaz, gel buraya.
Ne yapıyorsun, Hakan delirdin mi?
Bizim aşkımız mezara kadar değil mi aşkım. Şaka şaka tamam basıyorum. Allah’ım çılgın bir şey bu Elif, akıl ötesi.

Beni eve bıraktığında tüm ışıkları sabaha kadar açık bıraktım. Gözlerimi kırpmadım bile. Gecenin sinir bozuculuğu bir yana ondan nasıl ayrılacağımın derdine düşmüştüm. Çok kızacak, belki de peşimi bırakmayacaktı. Allah’ım nasıl kurtulacağım. Telefonda mı söylemeliydim? Mesaj mı atmalıydım? Hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyor. Artık saatlerdir yazdığım bu notları bir kenara bırakıp az da olsa uyumalıyım. Hepsini buruşturup atsam zihnim temizlenir mi? Böyle bir yöntem olduğunu duymuştum. Yırt at gitsin. Sabah ola hayrola.

Hakan artık seninle olmak istemiyorum. Yapamıyorum. Kalbim dayanmıyor. Ayrılalım.

Onu diğerlerinden faklı sanmıştım. Beni her şeyimle sevdiğini söylemişti. Onunla görünür olmuştum adeta. Değişmeye bile başlamıştım. Daha cesurdum artık. Evlilik teklif edecektim. Ama o geceden sonra değişti. Kaçıyor benden. Herkes gibi oldu.
Heyecanlanamıyorum artık. Çaldı benden. Bir şeyler yapmam lazım. Evine de gidemem artık. Polis çağıracağını söyledi. Okuldakiler de mi biliyor yoksa. Neden bana bakıyorlar. Çocukken annemin astım ilacını sakladığımda babam ve diğerlerinin baktığı gibi bakıyorlar bana. İlk kez o akşam felçli doğan kız kardeşimden başka bir çocukları olduğunu hatırlamışlardı. Ama yeniden unutmaları, belki de o günden sonra unutmaya çalışmaları hiç uzun sürmemişti. Annemin hastaneden döndükten sonra bana uzaklığı gibi mesafeler konmuş Elif’in gidişiyle tüm dünyayla arama. Her şey yine eskiye dönmüş hayatımda kısacası.

Mağazaların önünden geçerken şeytan dürtüyor yine. Şifa niyetine. Unutmak niyetine. Önce küçük bir şeyler olsa. Farkedilmeyecek kadar küçük. Bir kitap mağazası ilişiyor gözüme. İçeri girip gezinmeli. Avım beni yanına çekmeli. Usul usul. Maddi değeri önemli değil. Ufacık bir heyecan kırıntısı yeter. Dozu artırmak için acelem yok. Yine heskes bana kızacak mı? Dikkatlerini çekebilecek miyim? Terlemeye başlıyorum. Bu iyiye işaret… Birkaç tükenmez kalem fena olmaz. Birini alıyorum elime. Şu tepesi sarı olanı… Mürekkep yüklü uç çıkıyor bastıkça. Diğeri kırmızı herhalde. Yazısını öyle yazmışlar. Vazgeçiyorum. Çok sıkıcı. Yanındaki silgilere gidiyor elim. Sinsice. Annemle babamın benim için konuştukları gibi. Ben duymuyorum sandılar hep. Dinledim onları. ‘Sinsi bu çocuk sinsi, iflah olmaz.’ Oysa ben dikkat çekmek istiyordum. Ne astım ilacıyla işim olurdu ne de anneannemin takma dişleriyle. Sürünerek havada kayan yılan gibi… Avımı sıkıca tutuyorum elinde. Nefesim kesiliyor. Yok, Elifle beraberkenki gibi değil. Belki de benim için hissetmediği heyecanı duysun istiyordum. O görsün, beni fark etsin. Bir an önce cebime atmazsam yakalanacağım. Umrumda bile değil aslında. Daha fazla düşünmüyorum. Şöyle bir etrafı kolaçan ediyorum. Baykuş gibi hissediyorum kendimi. Keşke bu heyecanı anlatacak biri olsa. Elif. O an bitiyor her şey. Heyecanım havaya karışıyor.

Amaçsız adımlar ve boş bakışlarla ilerliyorum mağazada. Uzun zamandır okumayı istediğim bir kitabı görüyorum. Belki aradığım heyecan sayfalarında gizli. ‘Bir Psikiyatr’ın Gizli Defteri’. Tek tek çeviriyorum ince yazıların olduğu yaprakları. Resimsiz kitapları hiç sevmem. O yüzden okulun kütüphanesinden çalmıştım, içinde güzel fotoğraflar olan o kitabı. Nereden bileyim Ara Güler’in imzalı orjinal çekimlerinden oluştuğunu ve en son ben aldığım için kayıtlardan bulacaklarını. Benim evdeki kitabıma çok da uymuştu aslında eklediğim sayfalar. Elimdekilere başka kitaplar da ekliyorum, alarm takılı etiketleri fark edilmeden söküyorum. Kolonyalı mendil sürünce yumuşayıp bırakıveriyor kendini sensör. Ne alacağıma artık karar veriyorum. Bilgisayar çantası. Diğerleri heyecan katan bonuslar oluyor. Kasaya giderken sakinim. Bu beni şaşırtıyor. Hep böyle mi olacak? Çantanın ödemesini yapıyorum. Neredeyse heyecan olsun diye çaldıklarımı ben söyleyeceğim. Ah, Elif ah… Ne yaptın bana böyle. Neden hiç yalnız göremiyorum artık. Neden okuldan abisi almaya geliyor? Peki, o Zonguldak’a dönünce ne olacak? Bu düşünceler beni daha çok heyecanlandırıyor. İlk gördüğüm çöpe aldıklarımın hepsini tıkıştırıyorum.

Bir denemeyi de köşedeki ayakkabı mağazası hak ediyor. ‘Şu cüzdanın kimlik koyma yeri olanını arıyorum, biraz daha genişinin koyu renklisi olsa.’ Aynı tezgahtardan vitrindeki ayakkabının 43 numarasını istiyorum bir de. Çifter çifter hem de. ‘Şu bağcıklının siyahı, makosen tabanlının laciverti. Peki ya sol tekini giydiğimin kahverengisi yok mu?’. Tezgahtar sinirlenmeye başlıyor. Sol tarafında, şakağına uzanan kalın damarın titremeye başlamasından anlıyorum. Bugün yirmi beşinci kez Elif’i aramaya karar veriyorum dükkandan çıkınca. Neden bıraktığım mesajlara dönmüyor. Onsuz yapamayacağımı gerekirse ikimizi de öldüreceğimi söylediğimde çok korkmuştur herhalde. Duygular eğer somut olsa kafamın üstünde büyük bir yük taşıyor olurdum. Bir heyecan dalgası istediğim sadece. Artık amacım fark edilmek değil, alışkanlık. Ama olmuyor eskisi gibi… Elif eksik. Derslere bile girmiyor çoğu zaman. Cep telefonu hep kapalı. ‘Kusura bakmayın çok uğraştırdım, ama hepsini bırakıyorum, yarın sevgilimle birlikte bakarız yeniden.’ Tezgahtar hiç kızmış görünmüyordu. Mutlu bile sayılabilir. Belki de az önce arkadaşına emanet ettiği işleri söylerken duyduğum gibi yarın başlayacak izni için çok uygun bir zaman seçtiğine seviniyordur. El çabukluğuyla üzerinden çıkardığım alarm etiketlerini ayakkabı kutularından birine koymak için zaman buluyorum bu konuşma sırasında. Böylece aldığım cüzdanlar fark edilmiyor.

Akşam uyumadan önce duyduğum son sesler patlamak üzere olan fırtınanın giderek şiddetlenen rüzgarıydı. Erkenden okula gidip Elif’i görmek istiyordum yine. İlk yılımızı düşünerek uykuya dalmak en güzeliydi. Ne kadar eğleniyorduk, çok gülüyorduk. Bambaşka biri olmuştum onunla. Mutluydum. İkimiz de çok değiştik sonradan. Onu çok özlüyorum.

Sabah hiç tahmin edemeyeceğim bir güne uyanmıştım. Fakülte binasına girdiğimde yanımdan geçenler anlayamadığı bir yüz ifadesiyle bana bakıp duruyorlardı. Acaba traş olurken bir yerimi mi kestim, ya da üstüm başımda bir acayiplik mi vardı? Şöyle bir kendimi kontrol etmeye çalıştım. Ama yoo. Adımlarımı hızlandırdım. Her zamankinin aksine bu sefer fark edilmek istemiyordum. Mümkün olsaydı görünmez olurdum. Kulağıma gelen o cümleyle olduğum yerde çakılıp kaldım. ‘İşte bak, geliyor uğursuz. Hakan değil mi o, hayatını karartmış kızın. Nasıl da kıymış canına. Yazık…’.