Toprak yığınının başucunda bir tahta dikiliydi. Üzerinde tebeşirle yazılmış yazılar vardı ama Berat henüz onları okuyacak kadar büyümemişti. Ancak ne yazdığını kendince yorumlayabiliyordu. Annesi, abileri, ablaları ve amcaları; babasının başındaki o tahtaya bakarak dua ederlerdi. Mesela amcası; “Has adamdı. Yiğit adamdı gardaşım,” derdi. Tahtayı okşardı. “Yüzümüzü yerden kaldırdı.” Annesi, gülmeyi çoktan unutmuş yüzünü sürerdi tahtaya.
Damımın dumanı tütmez oldu. Ersiz başın ne gereği var bundan kelli derken, ağzında yuvarlandırdığı dualarını toprağın üzerinde dolandırıp üflerdi aynı tahtaya. Etrafına bakınıp kimsenin görmediğinden emin olunca da öperdi tahtayı.
Hadi Mustafa, hadi, her şey yalan olsun da geliver ocağına.
Bu kadar uzun lafların o kadar küçük bir tahtaya nasıl sığdığını düşünürdü de, içinden çıkamazdı Berat.Güz güneşi, dağın ardından yükseleli çok olmamıştı. Hafiften esen rüzgâr, kurumaya yüz tutmuş otları sağa sola sallarken çıkan çıtır çıtır sesler havaya yayılıyordu. Mezarlığın yorgun ağaçları yapraklarından soyunmaya çoktan başlamışlardı. Bu yüzden kuru sıcakla baş başaydı Berat. Babasının uzun zamandır uyumasına kızıyor, çomakla yeri eşeleyerek hırsını gidermeye çalışıyordu.
Annesi tahtayı yine öptü. Mezarın yanında yöresindeki ayrık otlarını, kevgerleri yoldu. Küçük taşları ayıkladı. Oğlunun, karınca yuvasını karıştırdığını görünce bağırdı.
“Yapma oğlum. Yuva yıkılmaz. Allah’ın yarattığı cana kıyılmaz. Çok günah. Allah taş eder sonra.”
Berat, inatlaşırcasına iyice soktu çomağı yuvaya. Karıncalar sağa sola kaçışıyorlardı. Kimi de oracıkta ölüyordu. Dişlerinin arasından konuştu oğlan.
“Hasan ağam niye taş olmadı o zaman?”
Duymazdan geldi kadın. Güneşin okları, buğday tenindeki beyaz çizgilere değip, gözlerine vuruyordu. Elini yüzüne gölge yaparak oğlunu azarladı.
“Çek o çomağı yuvadan dedim sana! Kime çektin bilmem. Baban, senin gibi nemrut değildi, iyi adamdı ama…”
Berat, yuvayı eşelemeyi bırakıp, annesine diklendi.
“Niye mezarda o zaman?”
Ses yoktu anasında. Avuçlarında sıkıladığı Kuranı Kerim’e gözlerini dikmiş, ufak ufak sallanarak dudaklarını kıpırdatıyordu.
Amcasının lafları aklına geldi.
“Allah asıl iyileri yanına alır. O kahpe Berivan, yüzümüzü yere düşürmeseydi gardaşımın ocağı sönmezdi.”
İyi bir şey değildi demek ki kahpe olmak. Yüz, yere nasıl düşer anlamıyordu. Oysa bütün ailesinin yüzü yerinde duruyordu.

Ailesi karalar bağlamıştı o günlerde. Geceleri ablasının koynunda uyurdu o zamana kadar. Ablası ahıra kapatılınca annesinin döşeğinin yanına konan bir minderde sabahlar olmuştu, Berat. Annesigilin odasında yattığı ilk gün yüzünü duvara çevirmişti ama uyumamıştı. Babası; Hasmımızdan gebe kalan bir kızı yaşatmak olmaz, derken, Berat, babasının neden o kadar sinirli olduğunu anlayamıyordu. Kara koyun da gebeydi baharda. Sonra başı alalı bir kuzusu olmuştu. Daha doğar doğmaz mee mee diye anasının memelerine saldırmıştı. Hatta adını o koymuştu. Berat. Herkes çok sevmişti o kuzuyu. Belki ablasının kuzusunu da öyle severlerdi. Ne vardı ki bunda.

O gece annesinin, gizli gizli ağladığını görmüştü. O da annesinin üzgün olmasına dayanamayıp, sessiz sessiz ağlamıştı.
Ertesi gün evin avlusunda kahvaltı yaparlarken, en büyük abisi; bırak baba, sen elini kana bulama. Biz hallederiz, dediğinde de neyi halledeceklerini yine anlayamamıştı. Annesi yine tülbendinin arkasında gizli gizli ağlıyordu.

Ahıra girmesine izin verselerdi, sorardı ablasına. O da, kardeşinin saçlarını okşayarak, alnından öperek anlatırdı durumu ama kapıya kocaman bir mertek dayandı dayanalı oraya da girememişti.

Bir kuşluk vakti ahırdan gelen silah sesiyle uyanmıştı Berat. Ailesinin üzerinde tuhaf bir dinginlik vardı. Galiba günlerce süren dertlerine sonunda çözüm bulmuşlardı. Ahırın kapısındaki mertek yana çekilip içeri komşu kadınlar girmişlerdi. Berat da girmek istemişti ama abileri kollarından tutup avlunun dışına çıkarmışlardı. En büyük abisi, en küçük abisine kaş-göz ederek seslenmişti.
“Hadi bibime gidin. Kömbe yapmış. Sizi beklermiş.”
Annesine sarıldı. Ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Duvarlarda, gölgelerde hatta ahırın yanındaki samanlıkta bile ses vardı da anasında ses yoktu. Yüzü kireç gibiydi. Oğlunu elinden tutup kenara çeken elleri ise buz kesmişti. Son günlerde çokça yaptığı gibi gözlerini tülbendiyle silip, burnunu çekiştiriyordu.

O akşam, lekelenen namusun temizlendiğini ve ablasının mezarlığın en uzağındaki dağın eteklerinde, toprağın altına gömüldüğünü öğrenmişti, Berat. Demek ki ablası kirliydi. Oysa Berat burnunda sümükle dolaştığı zaman, elleri ayakları çamur olduğu zaman ablası temizlerdi onu.
“Kirli çocuk, çomar bile senden daha akıllı vallahi. Arada bir gidip derede yıkanıyor” derken bir taraftan da kıçına minik silleler indirir, sonra da içine çekercesine koklardı.
“Bal oğlan. Bal. Ablasının en kıymetlisi…”
Ortanca abisini, jandarmanın götürdüğünü de o akşam öğrenmişti. Suçu üzerine almak iyi bir şey olmalıydı. Çünkü, civan gibi oğlanın damda çürüyeceği konuşulmuş ve herkes üzülmüştü.

Evin sofasında erkekler çay içiyorlardı. Annesi hüznünü yine tülbendinin ardına saklamış hizmet ediyordu. Kimse umursamıyordu kadını. Eteklerine dolanmıştı.
“Ana ağlama.”
Büyük Abisi kalkıp kucağına almıştı Berat’ı.
“Gel aslanım. Koca adam oldun yahu! Çay vereyim de iç.”
Oturmuştu. Gözleri hâlâ annesindeydi ki, sofada Hasan abisi belirince sevindi. Belki Hasan Abisi ablasını geri getirirdi. Öyle ya, ablasının mektuplarını az iletmemişti ona. O da her seferinde az öpmemişti Berat’ı. Yavuklulardı. Öyle demişti ablası. Ama bu sefer Hasan abisinin gözleri her zamanki gibi ışıldamıyordu. Berat’tan tarafa bakmadı bile. Kaşlarının altında kapkara bir bulut vardı. Ceketinin cebinden çıkardığı silahı Berat’ın babasından yana yöneltmişti.
“Berivan’ımın yaşamadığı bu dünyada sana da yer yok Mahmut Emmi!” demişti Hasan. Sonra sofaya üç el silah sesi yayılmıştı.

Berat’ın gözleri uzaklara kaydı. Mezarlığın dağa doğru ilerleyen en uç kısmına. Ablasının orada çok korktuğunu düşünürdü hep. Keşke o da babasının yanında yatabilseydi, hiç korkmazdı belki. Her mezarlığa gelişlerinde, annesinin de göz ucuyla o tarafa baktığını hissederdi. Hatta kendinden bile saklayarak kızına dualar gönderdiğini görürdü, Berat. Annesi daha çok dua göndersin; ablasını, Allah affetsin diye görmezden gelirdi.

Bugün de görmezden geldi. Yüzünü köye döndü. Uzaktan evlerinin önünü görebiliyordu. Annesinin duasının bitmesi için sabırsızlandı. Komşu oğlu Aziz’le sözleşmişlerdi. Beş bilyesine çelik çomak oynayacaklardı. Önceki gün oynadıklarında Berat yenilmişti ama bu sefer çok hırslıydı. Kız Aziz’e kaptırdığı renkli bilyelerini geri alacaktı.

İyiden iyiye tepelerine gelen güneş boşlukta dalga dalga pırıltılar oluştururken gözleri acıdı. Babasının mezarı etrafında dört beş kez traktör sesi çıkararak döndü. Birkaç ufak taşı alçaktan uçan serçelere fırlattı. Serçeler canhıraş kaçışırken o, babasından iki mezar uzaktaki dedesinin yanına gitti. Üzeri uçuşan çiçekle örtülüydü. Onlarca beyaz top. Onlarca pamuk topları…

Gözleri yine ablasından yana kaydı. Onu toprakla örttüklerinde dedesinin üstündeki bu çiçekler yeni yeni açmışlardı. Mezarın üstü ayçiçeği tarlası gibi sapsarıydı. Öyle de severdi bu çiçeği, şimdiki haliyle de severdi. Bir tane kopardı ama daha koparırken uçtu gitti topçuklar. Bir tane daha. Bir tane daha. Bir türlü beceremiyordu. Küçük elleri uçuşan çiçeği kırana kadar her bir tohum inceden esen yelin ardı sıra havada uçuşup yok oluyorlardı. Kararlıydı. En az bir dal sağlam topçuk koparacak ve ablasına doğru üfleyecekti.

Onu, komşu kızlarla konuşurken duyardı o zamanlar.
“Hadi kız,” derlerdi birbirlerine, “dilek tut da üfle.”
Üflerken gözleri ışıldardı ablasının.
“Allah’ım, beni tez elden Hasan’ıma kavuştur.”
Sonra sımsıkı yumardı gözlerini ve bütün gücüyle üflerdi uçuşan otu. Topçuklar öyle hızla uçuşur gökyüzüne ulaşırlardı ki Berat, ablasının üfürüğünün sihirli olduğunu düşünürdü.

Yılmadı. Tekrar tekrar denedi. Her seferinde topçuğu uçmuş bir sap kalıyordu elinde. Annesi, hadi gidiyoruz, düş önüme, derken duymazdan geldi. Sonunda bir topçuğu bütün olarak koparmayı başardığında gözleri ışıldadı. Yavaşça ablasının mezarına doğru döndü. Dudağını tam topçuğun karşısına hizaladı ve dileğini fısıldadı.
“Allah’ım, ablama iyi bak. Hiç korkmasın.”
Sonra gözlerini sımsıkı kapattı ve var gücüyle topçuğu üfledi.
Kirpiklerini araladığında uçuşan çiçeğin her bir parçasının köye doğru uçtuğunu görünce yüzü asıldı, şevki kırıldı. Mezarda kalan diğer topçukların hepsini çomağını sallayarak döktü ve hadi oğlum, daha ahır kürenecek, bir sürü işim var… diye söylenen anasının ardına düşüp o da köye doğru yürüdü.

Bugün, Kız Aziz’e oyun vermek yoktu. Okuyup üfleyecekti çomağı. Öyle bir sallayacaktı ki, çelik uçacak uçacak, taa mezarlığın en ötesindeki ablasının başucuna konacak ve ona yoldaşlık edecekti.