Gecenin körü denecek bir saatte, Şehmuz elindeki tornavidayı döndürdü de döndürdü. Son vida inat ediyordu deliğe girmemek için. Edepsiz seni… Bak gece gece nasıl uğraştırıyor beni! Açık alnında biriken boncuk gibi terleri, elinin sırtıyla sildi. Son bir gayretle, tornavidayı tekrar döndürüp vidanın inadını kırmayı başardı. Nihayet aylardır üzerinde uğraştığı yeni buluşu Tay Tay bitmişti. Kullanıma hazırdı çok şükür. Oturduğu sandalyeden kalkıp yumurta topuk ayakkabısının arkasına basarak mutfağa geçti. Nalan gidince, evdeki bütün halıları kaldırıp Avrupalılar gibi ayakkabıyla gezer olmuştu evin içinde. Yumurta topukla ne kadar Avrupalı olunabilirdi, orası da tartışılırdı doğrusu. Saatlerdir ağzına bir lokma koymamıştı. Karnı açlıktan öyle bir guruldadı ki bitişiğindeki Fitnat Hanım uyanıp da vıdı vıdı edecek diye tedirginlik duydu bir an için. Zaten evde kalmış musibet kadının tekiydi. Hazır Tay Tay’ı yeni bitirmişken, sevinci kursağında kalmazsa iyi olurdu.Hemencecik buzdolabının kapağını açtı. Rengi yeşile dönmüş peynirden bir parça alıp ekmeğin arasına koydu, yedi açlığını bastırsın diye. Nalan görse kesin o da vıdı vıdı ederdi saatlerce. Neymiş, bir gün pislikten ölecekmişim, o kokuşmuş şeyi de nasıl yiyebiliyormuşum öyle, hiç mi mide yokmuş bende, biraz medeniyet öğrenseymişim, ayrıca bu göbekle aynı pilates topu yutmuş gibi duruyormuşum. Neyse ki terk etti gitti de kurtuldum çenesinden. Bak, Nalan gider gitmez kafam saat gibi çalışmaya başladı. Bu kadın milleti yok mu, vıdı vıdı edip erkeklerin kafasını ütülemek için yaşıyorlar resmen. Şehmuz kokuşmuş peynire bulanan bıyıklarıyla kendi kendine konuşuyordu konuşmasına da, gerçek öyle miydi bilinmez tabi. Ayaküstü atıştırması bitince, üstüne bir de maden suyu açıp içti güzelce. Sonra koca kıllı göbeğini, elleriyle ovalayıp ince dudaklarını genişçe açarak, yüksek sesle geğirdi. Anında yan komşu Fitnat’tan duvara vurulan sert bir yumrukla cevap geldi.
“Atomlarına parçalan inşallah! Hayvanat bahçesine döndürdün be apartmanı, Şehmuz efendiii!…”
Hay aksi azarı da işittik gece gece. Bu karının kızması bile bir tuhaf. Atomlarına parçalan ne demek lan? Neyse arayı iyi tutmakta fayda var. Koskoca kimya hocası… Yaptığım şu zamazingoyu bir beğenirse, mahallede fiyakamdan geçilmez şerefsizim. Bilim insanı sayılırım ben de az buçuk. Görünüşü çok bilimsel olmasa da icat işte. Her şey görüntü mü canım? Meslektaşım der, arıza çıkarmaz belki bundan sonra.
“Kusura kalma Fitnat Abla, ağzımdan kaçtı.”

Buzdolabının başından ayrılıp tekrar salona geçti. En iyisi kafayı vurup biraz uyumaktı. Tay Tay’a gururlu bir bakış atıp üzerini, kirden rengi matlaşmış ince bir örtüyle örterken, kafasında ampüller yandı. Tabi ya… Fitnat’a nasıl gaz vereceğinin formülü, yine saat gibi çalışan kafasının içinde turluyordu son hızla. Sigaradan sararmış dişleriyle pis pis sırıttı. Masanın üzerinde duran sedef tesbihin yanına, altın kaplama saatini kolundan çıkarıp özenle yerleştirdi. Nalan’la evlenirken kayınbabası takmıştı bu saati ona. Heytt be, adamın dibi benim kayınbabam… Sevdi, okşadı saatini. Sonra yatak odasına geçip çizgili pijamalarını üzerine çektikten sonra, horlaya horlaya uyudu bir güzel.

Sabaha karşı çiy düşmüştü sokaklara. Gece pek uyku tutmayınca erkenden uyanmıştı Nalan. Çayını ocağa koyup demlenmesini beklerken, pencereden dışarıyı izledi biraz. Herkes kim bilir kaçıncı uykusundaydı. Aslında onun da uykuyla arası pek iyiydi ama bu sabah babası gibi erkenciydi işte. Keşke dinleseydi lafını onun, bu kadar dik kafalı olmasaydı. Bak, döndüğü yer yine kürkçü dükkanıydı. Hala aklından çıkmıyordu babasının düğünde ettiği sözü:
“Kızım nerden buldun bu kıroyu, bir de altın saat istemiş bizden mağrifet gibi. Ayıya damatlık giydirsek bundan medeni olurdu!”
Babam da abartmış biraz, öyle de denmez ki canım! Tamam biraz kıroydu ama zamanla düzelir sanmıştım. Zaten yıllardır bir baltaya sap olamadı. Doğru düzgün eve ekmek getirdiği de yok. Anca hayal kursun, abuk sabuk icatlar çıkarsın oturduğu yerden. Kendine sorsan Einstein’ın kopyası. Öyle zehir gibi bir kafası var yani. Off, keşke onunla tanıştığım güne geri dönebilseydim de, hiç pas vermeden çekip gitseydim o buluşma yerinden. Belki daha mutlu bir hayatım olurdu o zaman. Amann ne bileyim ben! Her neyse çay olmuştur.

Gitti, mutfaktan demli bir çay doldurdu kendine. Sonra gitti, oturdu yine cam kenarındaki köşesine. Çayından henüz bir yudum almıştı ki telefonu çaldı zır zır zır… Sabahın köründe hangi uğursuzdu şimdi bu? Telefonda yazan ismi görünce ‘uğursuz’ kelimesi hafif kaldı. Fitnat Şeamet arıyor. Telefonu açtı, kulağına götürdü. Daha Nalan alo diyemeden lafa girdi Fitnat:
“Ah canım Nalancığım, nasılsın şekerim? Seni de rahatsız ettim sabah sabah.”
“İyiyim Fitnat Abla. Hayırdır, önemli bir şey yoktur inşallah?”
“Sorma şekerim, sabaha kadar uyuyamadım senin bu hayvan kocan yüzünden! Ay kusura bakma, ayrısınız diye böyle rahat rahat konuşuyorum. Kızmıyorsun değil mi?”
Sinir oldu tabi ama belli de etmedi Nalan. Ne de olsa henüz boşanmamışlardı. Kızgındı Şehmuz’a ama hayat bu belli mi olur, belki düzelirdi araları. Çekidüzen verirlerdi kendilerine. Aman yok yok… Ondan ne köy olurdu, ne de kasaba! En doğrusu Şehmuz’la hiç tanışmamış olmaktı aslında. Kaşlarını çatıp yüzünü buruşturarak sordu:
“Ne yaptı yine Şehmuz?”
“Şekerim sorma, bu senin ki ne işler karıştıyor hiç bilmiyorum. Evden çıktığı da yok aylardır. Gecenin körlerine kadar tangır tungur sesler var evin içinde. Beynim şişiyor vallahi! Kız bana bak, seni mi aldatıyor bu herif? Gel de bir bak şu deliye diyorum. Ne de olsa hala nikahındasın o hayvanın. Hay Allah, yine hayvan dedim yanlışlıkla! Ay şekerim nerden buldun bu kıroyu gerçekten?”
Bu da babamla aynı kafadan. Nerden bulmuşum? Bulduk işte bir yerden! Herkes görmüş, bir ben görememişim demek. Gerçekten aldatıyor mudur beni? Zannetmiyorum, yapmaz herhalde. Neyse, hatanın neresinden dönsek kar. Gerçi Fitnat karısının derdi başka. Gece sesten uyuyamamış ya, Şehmuz’un başına beni sarıp aklı sıra hırsını alacak ondan.
“Fitnat Abla, sen canını sıkma. Ben konuşurum Şehmuz’la.”
“Tamam şekerim, öpüyorum seni. Hadi sen de sıkma canını. Erkek milleti ne de olsa!”

İki telefon karşılıklı olarak kapandı. Bir yanda Nalan çay bardağındaki bütün gemileri tek tek batırırken, diğer yanda Fitnat araya soktuğu fitnenin keyfiyle sandal sefası yapıyordu kötülüğün kokuşmuş sularında. Oh çok iyi dedim Nalan’a. Biraz kocasına sahip çıksın canım! Çekti gitti, bizim başımıza kaldı adam.

Fitnat elindeki nuh nebiden kalma telefonu, sehpanın üzerine fırlatıp gitti şöyle okkalı bir sabah kahvesi yaptı kendine. Telefonu gibi antika radyosundan gelen alaturka şarkılar eşliğinde, kahvesini alıp balkona geçti. Plastik sandalyeyi çekip oturdu. Geleni geçeni dikizlemeye başladı oturduğu yerden. Sabah sabah dedikodusunu yapacak kimse de yoktu ortalıkta. O sırada yan balkonun kapısı açıldı. Çizgili pijamalarıyla ağzını ayıra ayıra esneyen Şehmuz’u gördü. Ayy kış uykusundan yeni uyanmış ayılar gibi, şuna bak hele, tipsiz!
“Günaydın Fitnat Abla, erkencisin bu sabah!”
“Sana da günaydın şekerim. Gece uyuyamadım yine senin o korkunç horultundan. Kahve içip kendime gelmeye çalıyorum mecburen.”
“Abartma abla, koskoca duvar var arada. Benim horultumu nerden duycaksın allasen. Hem bak yakında taşınacağım bu apartmandan. Özlersin beni!”
“Hadi be ordan! Beş kuruşsuz parasız kim ne yapsın seni? Gerçi bir işler karıştırıyorsun ya, hadi hayırlısı..”
“Yok be abla, öyle düşündüğün gibi değil. Bir cihaz yaptım. Bombastik bir şey. Kesin çok tutacak. Ondan sonra gelsin paracıklar. Hemen kendime yeni bir ev alıp gideceğim buralardan. Sen de rahat edersin artık.”
“Şehmuz Efendi geldin kaç yaşına, bıkmadın mı hayal kurmaktan? Hala boş işlerin peşinde koşuyorsun. Bak karın bile sana dayanamadı, terketti gitti.”
“Aşkolsun abla, kalbimi kırıyorsun!”

Fitnat biraz abarttığını farketti Şehmuz’un hüzünlü yüzüne bakarken. İçinde kalmış bir iki parça insaniyet duygusu, hafiften burkulur gibi oldu. Bu duygu biraz daha burkulmaya devam edebilseydi eğer, Fitnat’ın gözleri dolu dolu olacaktı resmen. Kendini bildi bileli hiç ağlamadığından bu duyguyu garipserdi kesin. Burukluk hissi çok sürmedi, kendini toparladı hemen ve içindeki Gargamel ruhunu gene ön plana çıkarıp, hayattan ve Şirinler gibi gördüğü insanlardan nefret etmeye devam etti. Şehmuz’un kırgınlığı da kalıcı değildi zaten. Hayallerin pençesine takılmış bir heyecanla, yüreği hop hop ediyordu her daim.

“Fitnat abla, aslında mükemmel bir fikrim var.”
“Bu adamın fikirleri de bitmiyor şekerim. Keşke şu fikirlerini günümüz modasına yöneltsen de Tarzan gibi gezmesen ortalıkta. Neymiş o mükemmel fikir?”
“Şimdi sonuçta sen okumuş insansın. Koskoca kimya hocası. Gel önce sen bir gör, hatta dene bu cihazı. Eğer beğenirsen, mahalleli buraya akın akın gelir. Ben de para kazanınca alıp başımı giderim buradan, sen de kurtulursun benden.”

Fikrin cazipliği bir yana dursun, ruhu okşanan Fitnat’ın anında yelkenleri suya indi. Sonuçta bu mahallede bir saygınlığı vardı tabi. Koskoca kimya profesörü! Üniversitedeki o havalı günlerini anımsadı. Etrafında pır dönen asistanlar, öğrenciler. Daha gencecik, taptazeyken… Uzun zamandan beri hareket ettirmediği tebessüm mimikleri şöyle bir yokladı yüzünü.
“Seni hınzır, yine girdin kanıma. Şu kahvemi bitirip uğrarım birazdan.”
Şehmuz en sevimli haliyle gözlerini kırpıştırıp heyecanla içeri girdi. Tay Tay halkla tanışmaya hazırdı artık.

Aradan yarım saat ya geçti ya geçmedi. Fitnat damladı yan daireye. Salonun orta yerinde duran, üzeri pislikten görünmeyen bir örtüyle kapalı cihazın başında, iki dakikalık bir saygı duruşundan sonra, Şehmuz ta ta ta taaamm vurgusuyla çekti o pis örtüyü. Fitnat heyecandan yumduğu gözlerini aralayınca, yüzünde cin çarpmışa benzer bir ifade belirdi.
“Şehmuz efendi, Allah canını almasın. Bunun neresi buluş? Bildiğin bulup buluşturmuşsun bunu. Ben de senin lafına kanıp kalktım, buraya kadar geldim. Bu nedir Allah aşkına?”
“Çok mükemmel di mi, resmen şoka girdin, bayıldın di mi doğru söyle? Tanıştırayım seni; yeni buluşum Tay Tay.”

Örtüyü kaldırınca, aşağıdaki kahvehaneden alındığı çok belli kırık dökük bir sandalye ve birbirine dolanmış renk renk kablolarla karşı karşıya kalmışlardı. Sandalyenin demir ayaklarına dolanmış kabloların bir ucu eski püskü bir bilgisayara bağlıyken, diğer ucu da tek boynuzlu at şeklinde bir başlığa ve başlığın tepesinde duran kalpli bir pembe gözlüğe bağlıydı. Bu da yetmezmiş gibi sandalyenin arkasına vidalanmış düğmeye basınca, yanıp sönen ledler ışıldamaya başlıyordu. Her ihtimale karşı bütün sistem jeneratöre bağlanmış, yanındaki bir bidon mazotla çalışmaya hazırdı. Şehmuz’a sorsan şu an dünyanın sekizinci harikasına bakıyorlardı. Fitnat ise öfkeden kudurmak üzereydi.

“Şimdi Fitnat Ablacım, sen bu Tay Tay başlığı kafana geçirip gözlüğü takınca, ben sistemi çalıştırıyorum. Başlığın içine yerleştirdiğim elektromanyetik…”
“Ay gözünü seveyim sus yeter!.. Sanki uzay mekiği yapmış gibi bir de bilimsel laflarla anlatmıyor mu? Vallahi seni paralarım burada. Bilimi bana mı öğretiyorsun!”
“Sen görüntüme bakıp küçümsüyorsun beni di mi? Görüntüye aldanmayacaksın abla. Ummadığın taş baş yarar. Şunu bir dene hele, eğer çalışmazsa tükür suratıma…”
Baktı kurtuluş yok Şehmuz’dan, oturdu kırık dökük sandalyeye. Başlığı kafasına geçirirken inşallah saçlarım yanmaz diye düşündü. Zaten kafasında toplasan hepi topu üç tel saç kalmıştı dökülmeyen. O sırada aklına geldi, sahi bu meret ne işe yarıyordu?
“Şimdi ablacım, Şehmuz turizm ile bir çeşit rüyada yolculuğa çıkıyorsun. Hem de biletsiz. Ha ha ha haa… Şimdi şu yeşil kablonun ucundaki bilgisayarın arama motoruna, hayatında tekrar yaşamak istediğin bir anı yazıyorum. Okey dediğim an, sen bilinçaltına pırr diye uçuyorsun. Eğer geçmişinde değiştirmek istediğin bir şey olursa hiç çekinme. Öyle havalı yani.”
“Ne saçma şey!.. Palavranın biri bin para sende de. İki ışıklı bir şey yaptın diye..”
“Öyle deme gücenirim, adı bile havalı baksana!”
“Nerden çıktı bu Tay Tay? Kesin şu kafama taktığım ‘unicorn’a dilin dönmedi değil mi? Tay… tay işte.. tay ya tay.. amaann tay tay olsun gitsin, demişsindir sen!”
“Sen de beni hep küçümse! Niye? Benim de bir bakış açım olamaz mı yani? Hani bebekler adım atsın diye tay tay tay deriz ya, ben de hayattaki adımlarımıza gönderme yaptım işte aklımca… Kime baksam mutsuz abla. Mesela senin suratın durmadan sirke satıyor. Ayrıca herkes ha bire bir şeyleri değiştirmenin derdinde. Kendilerine sıra gelince aman kimse dokunmasın! Misal bizim Nalan. Hep benden değişmemi bekliyor. Oysa beni bu halimle sevip evlenmedi mi o?”
“Herkes de ona şaşırıyor ya zaten şekerim, nasıl oldu da aldı bu kız senin gibi kıroyu diye? Aşkın gözü kör değil, bildiğin gözü yok bence! “
“Abla, sen sahiden kırıcısın ama.”
“Sen de pek narinsin amaaa! Neyse boş ver Şehmuz efendi, Nalan da zaten suratsızın teki. Ben ona döteryum Nalan diyorum laf aramızda.”
“O ne demek, kötü bir şey mi? Bak sonuçta hala nikahlı karım. Öyle laf söyletmem karıma.”
“Amaaann iyi be, ne kıymetli karın varmış. Element adı altı üstü. Leğen göt demedik ya!… Gerçi leğen kadar da var hani. Şu mavi leğenlerden var ya..”
“Fitnat abla, asabımı bozma benim. Şurda tatlı tatlı konuşuyoruz. Bana ne dersen de ama karıma laf söyletmem. Hadi başlatıyorum rüyanı. Nereye gideceksen git, sus yeter ki. Yeminlen gerdin beni. Neden evde kaldığın da belli. Dilin pek zehirli, insanın ruhu çekiliyor senin yanında resmen.”

Fitnat bozuldu sonunda. Tay Tay’ ın ışıkları yandı. Şehmuz, ortama değişik bir hava katsın diye aldığı ikinci el metronomu çalıştırdı. Sonra bilgisayara gerekli bilgileri girip enter tuşuna bastı. Fitnat da çenesini kapayıp rüyasına yollandı hızla. Nereye? Tabi ki çocukluğuna.. Cevaplarını yıllardır merak ettiği sorulara.. Neden içi bu kadar kötüydü? Neden nefret doluydu herkese karşı? Neden sevmiyordu hiç bir canlıyı? Cevaplarını bulabilirdi belki şimdi.

Hafif loş, sessiz bir oda. Ranza demirlerinin soğuğu çarpıyor yüzüne. Kendini bile ısıtamayan kalorifer peteklerine bakarak ısınmaya çalışıyor ince battaniyelerin altında. İçerideki nefes seslerini sayıyor, kaç tane? Çok tane. Mesela yetmiş üç ranzadaki yüz kırkaltı nefes falan mı? Bilmem ki. Küçükken her şey çok büyük. Sayılar bile. Hatta evler, arabalar, lambalar.. Bir lambası var onun da elinde. Alaattin’in sihirli lambası gibi ovalayıp duruyor ama cin min çıktığı yok içinden. Çıksa gelse o cin, iki çift lafı var ona. Önce neden geç kaldığının hesabını sormalı. İçindeki öfke o zamanlar kendi gibi küçücük. Anında unutup dileğine geçecek heyecanla… Ben kimim cin kardeş? Bu çocuklar kim? Nerden gelmişiz buraya? İnsanları gerçekten leyleklerin getirdiğine inanıyor Fitnat o zamanlar. Çünkü eğer öyle olmasaydı anneler, babalar olurdu değil mi? Onun ne annesi var, ne babası. Kendini bildi bileli bu yetimhanede. Yetimhanenin anlamı da yetmek gibi bir şeymiş. Ya da yetememek.. Tam bilmiyor karıştıyor işte hep kelimeleri birbirine. Neyse o cin çıkarsa şu lambadan, onu getiren leyleğin adresini öğrenip, o leyleği bulacak önce. Sormak istiyor kendisine; ‘Sayın leylek, ben dünyanın neresindenim? Kimim ben? Kimlerdenim?’ Çok merak ediyor, öğrenemezse çatlayacak yoksa! Geçen gün kızlar kendi aralarında konuşurlarken duymuştu. Kimsesizmişiz biz. Yok canımm pışıkk! Ben o leyleği bulayım hepsini öğrenicem tek tek.

Tay Tay’ın ışıkları gittikçe daha hızlı yanıp sönmeye başladı. Tek boynuzlu başlığın üzerine yapıştırdığı parlak taşlara yansıyan ışıkla, Fitnat’ın kafasında renk cümbüşü yaşanıyordu adeta. Bu arada Fitnat da başını bilinçsizce sağa sola doğru hareket ettiriyor, oturduğu yerden ayaklarını yürüyormuş gibi yukarı aşağı doğru kaldırıp indiriyordu. Şehmuz’un heyecandan eli ayağına dolanmaya başladı. Ulan yoksa bu meret çalışıyor mu gerçekten? Baksana karı resmen transa geçti. Ölüp gitmesin burada… Tövbeler olsun! Kimse de inanmaz bana. Şehmuz bir yandan başarmış olmanın verdiği sevinçle heyecandan yerinde duramazken, bir yandan da Fitnat orada ölüp kalacak diye ecel terleri döküyordu korkudan.

Fitnat ise zamanda çekirge gibi zıp zıp zıplıyordu. Hani biri ona dese ki, kahvehanenin sandalyesine oturup kafasında unicorn bir başlık, gözünde kocaman bir pembe gözlükle zamanda yolculuk edeceksin diye, kahkahalarla gülerdi doğrusu. Zamanda yine zıpladı. Hooopp, üniversite tercihi yapacağı güne geldi. O gün genetik yazacağına gitti yanlışlıkla kimya yazdı. Bak bunu değiştirebilir işte. Hep istediği şeydi. Genetik okuyup, sonunda genlerine kadar inecek ve kim olduğunu öğrenecekti. Kimim ben? Leylek hikayesi de fiyasko çıkmıştı zaten. Onu öğrendiği gün nefret etmişti herkesten. En çok da kendinden! Kime çekmişti? Annesine mi benziyordu babasına mı? Hiç kardeşi var mıydı ona sırdaş olacak? Kız kardeşi varsa bir sürü sırlar paylaşırlardı aralarında. Abisi varsa onu korurdu herkesten. Yoktu kimse, yoktu işte. Vazgeçti düzeltmedi tercihini. Öğrense ne değişecekti hayatında? Onu belki de bir tuvalet köşesinde doğurup giden anayı ya da peydahlayıp defolan babayı ne yapsındı? Göz pınarlarında altmış sekiz yıldır gizlenen şey, kabuğunu kırıp sel gibi boşandı pembe gözlüğün altından.

Uzaktan bir ses duydu yumuşacık. Böyle pırıltılı kanatlar takmış, uça uça dönüyordu etrafında Fitnat’ın. Orman perisi bu kesin, hep görmek istemişimdir. Zarif elleriyle pırıltılar döküyordu üzerine. Pırıltıların serinliğinde yumuşacık sesiyle sesleniyordu ona:
“Kimsesiz değilsin bunu unutma ve hayat en güzel hediye aslında. Sana verilen hediyeyi iyi değerlendir. Geçmişini düşünmeyi de bırak artık. Kendinle barış. Yaşamaktan keyif al. İşte o zaman sevmeye başlayacaksın yeniden. Çünkü biz çok seni seviyoruz.”
Fitnat’ın yüzü aydınlandı birden. Gülümsedikçe yüz kasları gevşedi. Hatta bu kısa sürede gençleştiği bile söylenebilirdi. Orman perisinin sesi gittikçe yakından gelmeye başlamıştı. Önce gözyaşından suratının ıslandığını sandı. Sonra birinin uzaktan yüzüne su serptiğini farketti. Orman perisinin sesi Nalan’ın sesine dönüştü. Fitnat pembe gözlüklerini çıkarıp eliyle gözlerini ovuşturdu. Bu sırada Nalan elinde bir tas, içindeki suyu Fitnat’a doğru serperken konuşmaya devam ediyordu.
“Biz seni çok seviyoruz Fitnat ablacığım, kendini sev bak, kendini sevmezsen kimseyi sevemezsin. Biz seni sevi…”
Şehmuz ise ecel terleri dökererek Nalan’a yalvarıyordu.
“Bal çiçeğim gözünü seveyim su serpip durma, kısa devre yapıcak Tay Tay!”
“Şehmuz çekil şurdan, kadıncağızı görmüyor musun hüngür hüngür ağlıyor! Abla biz seni çok seviyoruz, yalnız değilsin abla…”
“Ayyhhh şekerim çek şu pis tası ağzımın dibinden. Tamam anladık seviyorsun ama bir müsade et de kendime geleyim ayol.”

Nalan da heyecanını bastırıp çeki düzen verdi kendine. Her ne kadar az önce Fitnat için üzülmüş olsa da, biraz kızgındı ona aslında. Suratını asıp elindeki tası yere fırlattı. Kollarını kavuşturup gözlerini havaya dikti çemkirmemek için. Aldatma falan diye gaza gelince, merakını yenemeyen Nalan, koştura koştura eve geri dönüp, sessizce içeri girmişti. Evde kadın sesi duyunca öfkeden kudurmuştu önce. Parmak uçlarının üzerinde ses çıkarmadan yürüyüp mutfağa doğru geçmiş ve bir süre konuşmaları dinlemişti. Bir ara hapşıracak gibi olmuş, kendini zor tutmuştu hatta. Duydukları karşısında şoka girmiş, Şehmuz’a olan aşkı yeniden yeşerirken, Fitnat’ın kalan saçlarını yolası gelmişti resmen. Yine de Fitnat karısının fenalaştığını farkedince, elinde bir tas suyla gizlendiği mutfaktan çıkıp yardım eli uzatmıştı. Kimseye iyilik yaramazdı zaten. Tutamadı çenesini başladı vıdı vıdıya Nalan.
“Dua et şu tastaki suyu kafandan aşağı dökmedim. Benim götüm leğen kadar büyük mü, aşkolsun abla ya…”
Fitnat utancından yerin yedi kat dibine değil, direkt magmaya kadar indi. Nalan’ın ellerini avuçlarının arasına alarak, utancını belli edercesine baktı gözlerinin içine. Nalan’ın öfkesi, balkondan esen rüzgara karışıp kayboldu gitti o anda. Öz ablasının boynuna sarılır gibi sarıldı Fitnat’ın boynuna. Az daha başlıktaki boynuz Nalan’ın gözüne girecekti. Üçü birden göz göze gelip kahkahayı patlattılar. Fitnat o dakika farketti, bir ailesi vardı aslında. O mahalleliyle geniş bir aileydiler. İyi ki kimyayı yazmıştı da gelmişti, buralara yerleşmişti. Nalan haklıydı, yalnız değildi Fitnat. Tüy gibi hafiflediğini hissetti.
“Şehmuz bana bak Tay Tay sayesinde çok para kazanırsan gidecek misiniz gerçekten buralardan?”
“Yok be abla, ben onu bal çiçeğim için yaptım. Kavga ettiğimiz güne geri dönüp ‘senin babandır kıro’ dememek için… Belki hatamı düzeltirsem terketmez beni diye düşündüm. Çok seviyorum karımı abla.”

Şehmuz da haklıydı, görüntüye aldanmamak lazımdı. O kutup ayısı, ona resmen hayat dersi vermişti. Hayat güzeldi be. Dur bi kahve daha yapayım da içelim şöyle keyifle şekerim. Hem Nalan da seviyor bu adamı baksana. Benim babama kıro deseler!… İçi burkulur gibi oldu. Hafiften gözlerini bir hüzün yalayıp geçti. En içten gülümsemesiyle kikirdedi sonra. Aman ben orijinalinim boş ver. Neyse bunlar da ayrılmasın, baksana ikisi de tipsiz! Ama güzel insanlar, ruhları güzel olsun yeter bana. Kafasındaki tek boynuzlu at başlığı çıkarıp sandalyenin üzerine koydu. Bu arada Şehmuz yine yaptı yapacağını.
“Abla şu başlığı kafana monte mi etsek? Hem kafandaki kel de gözükmez böylece!”
Fitnat gözlerini patlatıp mutfağa geçti. Bu pis mutfakta nasıl kahve yapacaksa artık. Hem pis, hem densiz Şehmuz ise hala devam ediyordu konuşmaya..
“Ne var aşkım, ben de kelim, niye görüntüye takılıyorsunuz bu kadar? Dur bak mükemmel bir fikrim var. Yeni bir icat yapıcam keller için. Kesin ödül alırım. Çok iddialı. Bombastik bir şey…”
“Kapa çeneni Şehmuz!…”