Yüzüne çarpan soğuk rüzgarla yenilendi Diren. Yürüyen yerleri derman buldu. Yadigar’ın eline sımsıkı yapıştı. Balık pazarının çok renkli kalabalığı unutturdu küçüğe korkusunu. Altı yaşındaki minik el gevşedi, annenin avutan sıcaklığı içinde. Bir zamandır, her hafta geliyorlardı ihtiyar Rum kadının evine. Haftayı biliyor Yadigar, Pazartesi’yle başlıyor. Tam yedi tane yatıcaz kalkıcaz oluyor. Allah baba bir sürü bir sürü yatıp kalkalım, bitmesin hafta. Madam’ın evini hiç sevmiyorum, pis kokuyor karanlık. Hem anlamıyorum konuştuğunu da. Yanağımı sıkıyor öpüyor.Meyhaneler iki tarafını almış dar sokağın. Sabah saatinde kalabalıksız oluşuna sebep bu. Madaammmm! Şerife’nin yeğeniyim ben. Zil yok, zile gerek de yok, çınlıyor ses zaten kaldırımlara çarpıp. Apartman metruk, artık benzerine çok az rastlanılanlardan, onların da çoğu nefes almıyor zaten. Birinci kat penceresi açılıyor. “Endaksiii, tamam kızım tamam”. Kaldırıma bir anahtar düşüyor. Apartmanın sahanlığını seviyor Diren. Yaşanmışlıkla ağırlaşan küf kokusunu seviyor. Apartmanın sahanlığını sevmiyor Yadigar. Pis kokuyor, öcülü karanlığa sımsıkı yumuyor gözlerini. Annenin avucuna teslim. Minik bir çift kırmızı pabuç, zemine merdivenlere sürtünerek ayak diriyor. Dip köşe bir yerlerden gelen kedi sesi karanlıkla çarpışıyor. Tiz bir çığlık oluyor korku, önce çocuğun sonra yavrularını arkasına almış anne kedinin ağzından fırlıyor yırtıyor havayı. “Korkmayınız canim İrma’dır o. Yapmaz bir şeycik”. Aralanan daire kapısından süzülen tozlu ışık huzmesi bile eski, tıpkı Madam’ın dantelleri eprimiş kombinezonu ve üzerine geçirdiği sabahlığı gibi. “Hoş gelmişsiniz kızım. Ne güzel bir küçük hanım bu maşallah senindir?” Seksen iki sene, kadim bir kentin hafızası kadar yorgun. Sade kahveyi getiriyor Madam, sır okuyan fincanda, sihri telvesinde, kokusu ile esrikliğini geçiyor Direne. Çocuklar kahve içmezmiş, küçük hanıma vişne şurubu. Şimdi mutlu küçük kız, haftalık ziyaretin tek güzel yanı bu mayhoş kırmızı sıvı. Şerife yenge evi tarif ederken yalnız gitme diye sıkıca tembihlemişti. Madem gelme diyorsun, bir arkadaşın olsun yanında. Yadigar en iyi arkadaşı, üç yıldır hayata el verdiren Yadigar. Hep yanyana yürüdüğü.

Aylardır konuşan telve, umudu kısmeti heyecanı anlatıyor hep… “Üç vakte kadar, üç saat mi desem üç gün mü üç ay mı? O da seni düşünüyor. Genç, uzun boylu, esmer nah şöyle kapılardan sığmaz, iyi yürekli, insan sever. Onun aklında da sen varsın. İster ki haber etsin sana ama yollar kapalı, vadesi var. Aklı hep sendedir bir de kızında. Sabırla yürüdüğün yol aydınlığa çıkaracak seni, lakin vakti var.” Bir zamandır umudunu yeşerten kara telve oldu Diren’in. Fincana bu kadar dirim sığar mıymış? Sığıyor. Umut bu, hep farklı adlar ile çalar kapıyı…

Bir ölümün ardından, yok olan dağılan beden parçalarınca çoğalırmış özlem. Diren paramparça olmuş aklını, ruhunu nasıl toparlayacak peki? Hasan’dan yadigar minik kızı, ayakta kalma sebebi. Uzaktaki sevgilinin, yoldaşın, eşin, telveden vereceği sesle dayanıyor hayata. Öyle ya, yok oluşsa eğer adı, ölüm diye bir şey yoktur. Kara soğuk uzaklardır gidilen yer. Hasan şimdi o zamansız, karanlık, uzakta.

“Güzel kızım dilek tutmuşsundur? açıyorum fincanı.” Suyu çekilmiş derisi ile eklem yerleri yolundan sapmış parmaklar, fincan değil kor tutuyormuş gibi oluyor bugün. Kor yuvarlanıyor yerde, korku olup yekiniyor önce, dehşet olup ayağa kalkıyor. Sonra çığlık olup patlıyor yaşlı kadının talazlı sesinde. “Amman Allah’ım! Bu fala bakmam ben. Ölüm var burada, felaket söyler bu fincan!”. Çarçabuk masaya bırakılan para. Koşar adım, göz yaşı seli, elinde kıpır kıpır Yadigar’ın serçe yüreği. Esrik aklı alıp götürüyor Diren’i bir anının içine. Gaz bulutunun ortasındalar, göz gözü görmüyor, koşuyorlar, mahşer yeri ortalık. Çığlıklar, kaçışanlar, genzi gözleri kavuran o uğursuz yangı. Ama Hasan yanındaydı o zaman, koruyan kollayan varlığı ile soluk olmuştu hep. Çocuk aklı alıp götürüyor Yadigar’ı, o buharlı sıcak Temmuz gününü hatırlıyor. Gururluydu o gün küçük Yadigar, babasına verdi en sevdiği oyuncağını. Başka bir çocuğa sarılacak artık küçük tavşanı, Şemo’ya minik veda öpücüğü.

Diren’i götüreceği yeri ayakları biliyor, o ise sadece koşuyor artık… Soğuk mermer, senin ne işin vardı fincanda? Lanetimiz oldun. Umudumuzu boğdun. İşte yine o yüksek duvarlar. Ağıt çığlığı ile açılan demir kapı.

Yazık diyor yaşlı bekçi, yeni diktiği karanfile su verirken, üç yıldır her hafta burada. Çocuğu da hep yanında, hiç sektirmedi. Ne vefalı kızmış… Tam üç vakit evvel bir bomba patlıyor, savrulan beden parçalarında adı ölüm oluyor lanetin. Lanet çoğalıp bölünüyor mahşer kalabalığına, yas oluyor adı. Geride kalanların paramparça ruhlarında artık… Bir kız çocuğunun parmaklarını üşüten soğuk mermer oluyor. “Ruhuna Fatiha, ölüm tarihi 2015 Temmuz, Suruç” yazıyor mermerde. Kara yazının yanına oyulmuş karanfil resmi her dem kanıyor… Karanfili okşuyor minik parmaklar, babacım biz geldik!…