Kahramanlar var süperinden hem de, her gün birinin filmi çıkıyor, koşa koşa gidiyor insanlar, gerçeklerden kaçarcasına. Karşımdakinin aklını okuyabilsem ne kıyak olurdu ha, hatunları deli ederdim. Zamanda geriye gitsem maç skorlarını dizerdim, sonra gelsin limuzinler villalar yatlar katlar. Demir adam da hem paralı hem havalı… Dünyanın en hızlı adamı, kanatsız uçanı, metallerle oynayanı… Hayal dünyaları! Boş işler. Emrullah’ın kendi aklı kendine yeterdi. Başkasının aklını ne diye yük edecekti. Zaman, şimdiki zamandı. Geçmişe dönüp ne olacaktı? Düzeltemezdi ya da belki de düzeltmezdi olanları. Kaderiydi belki İstanbul. Demir de neymiş, şivesiyle dalga geçen hergeleler, mahallede doğulu diye anasıyla konuşmayan babasına selam vermeyen sözde hanımlar beyler, dili çıkmış pabuçlarına gülen yan mahallenin kızları etini metal etmişti Emrullah’ın. Hem adam gibi adamdı, ne diye uçacaktı ya da kimden kaçıp kimi kovalayacaktı. Yerini edinmişti, getir Emrullah götür Emrullah derken berber Orhan, şimdi dükkanının önünden geçerken Aleykümselam der, elini göğsüne koyup başını eğerdi. Memnundu günlerin getirdiklerinden, yıllarca çabalayıp edindiklerinden. Sert görünürdü de yüreği de kadayıftı be, içi giderdi bir çocuk ağlasa, sokakta tek bacağı kırık bir köpek görse, yapardı bir şeyler, ne gelirse elden işte. Dostları da vardı en hasından. İşi gücü yerindeydi, yemeği içmeyi de severdi. Yürü demiş Allah kuluna, senin demiş bu hayat, e tadını çıkartmayalım mı yani! Kahramanlık kanımızda bizim dayı, yeri gelir sereriz yıldızları ayaklarının altına kadınımızın yeri gelir sırtımızı binek yapar taşırız hastamızı, yamuk yapanı çok affedersin anasından doğduğu güne pişman da ederiz. Süperlik müperlik sökmez yani.

Sağ elindeki büzülmüş metal maşasıyla tezgahına vuruyor simitçi, “sıcak sıcak” diye bağırıyor diğer eliyle tezgahındaki simitlerini gösterirken. Gün sıcak, insanlar kalabalık, oraya buraya gidiyor her biri. Yeşil saçlısı, cam topuklusu, yüzü boyalı mini eteklisi, başı kapalı mahcup bakışlısı, siyahı, beyazı, her renk her dinden… Köşede şarkı söylüyor bir kadın, yanındaki Meksika şapkalı oğlan gitarını tıngırdatırken. İki sokak öteden darbuka sesi geliyor, belli eğlence başlamış bu saatten, bir tek de benim için at usta, gün güzel, hayat kısa! Lise önünde eşini dostunu bekleyenlerle bekleyip duruyordu Emrullah. Nerede kaldın be yavrum, hayat felsefesi de yaptık şuracıkta, sosyal gözlemcilik de, otobüs mü geçmedi duraktan yine? O an takıldı gözleri sarı bir kadına, ama ne kadın! Parlıyordu omuzlarından dökülen uzun sarı saçları, kırmızı hasır şapkanın altından. Kırmızı kirazlar vardı beyaz gömleğinin üzerinde, hasır şapkasına uyumlu. Gömleğin üstü dar. Küçük yuvarlak göğüsleri belli ediyordu kendini. Hızlı hızlı yürürken, incecik kollarını saran gömlek kolları uçuşuyordu parmaklarının üzerinden. İçi titredi Emrullah’ın. Kanı ısındı. Yüzü kızardı.

Tutsam seni, dokunsam sana… Gerçi bakmaz sen gibi kadınlar benim gibi adamlara ya… Dalga geçer sen gibiler benim bitişik, kalın, karakaşlarımla… Yok, toy değiliz artık Allah’a şükür, biliyoruz boyumuzun ölçüsünü. Anlık bir arzu gelir ya her erkeğe, bu da öyle bir şey işte. Belli ki pahalı o giydiklerin. Ne verebilir ki benim gibi adamlar senin gibi kadınlara? Dokunsam dedim de, dokunmaya kıyabilir miyim acaba sana ben, benim olsan sen, hani, hayal de olsa? O incecik belin kırılır diye korkar da saramam beline kalın kollarımı ben. Benim Suzan’ımın beli kalındır. Etine dolgun kadındır. Kırılmaz onun beli. Narin değildir öyle… Göğüsleri de büyük, biraz da sarkık. Ama çok harbi kadındır benim Suzan’ım bak! Esirgemez lafını kimseden. Hak yemez hak yedirmez. Yüreği de yufkadır, anadır içi, dişidir bakışları. Bir de öyle bir mantı açar ki parmaklarını yersin alimallah! Sizin gibi kadınlar sürmez elini hamura, başkasına yaptırır işlerini. O da bize gelmez. Biz, kadının mutfağa girenini severiz. Varsın tombul olsun. Varsın elleri pamuk gibi yumuşacık olmasın.

Saat ilerliyordu. Geç kalacak, uzun kollu gömleğinin altındaki morluklara bir yenisi daha eklenecekti, akşam eve gittiğinde. Taksim meydanında inmeseydi taksiden, şimdiye çoktan varmış olurdu. Özlemdi; onu buradan yürüyerek geçmeye, Karaköy’e tünelden inip, sözde iş adamı kocasının yurt dışından gelen misafirleri için düzenlediği öğle yemeğinin verileceği o şık restorana gitmeye iten. On beş yaşındaydı kaybettiğinde babasını. Okutacaktı babası onu. Mimar olacaktı Güneş. Çalan telefonu çıkartırken çantasından, tökezledi bir an.

Allah kahretsin! Topuklularla yürümek ne zormuş burada. Terde de bastı zaten. Uzunmuş da Tünel’e yürümek. Oysa babamın elinden tutup yürürken ne keyifliydi Beyoğlu’nda gezmek, Karaköy’e gidip balık ekmek yemek, denizi seyredip simit atmak martılara.
– Ne istiyorsun anne?
– Para yatırmamışsın bugün hesabıma!
– Yarın yatırırım. Bunun için mi aradın? Kapatmam lazım. Geç kaldım zaten!
– Kız, bana bak, deli etme beni! Ben demedim mi sana para lazım diye. Akşama koktele ne giycem ben…
Dinleyemezdi Güneş daha fazla anasının saçmalıklarını… Zaten katlanması zordu sonradan görme tavırlarına, çay davetlerine pullu taşlı elbiselerle gitmesine, elinde olsa on parmağına birden takacağı kafası kadar pırlantalara, geldiği toprakları küçümseyen konuşmalarına… Beşik kertmesi olmasaydı babası hayatta almazdı anasını. Babası, okumamıştı belki ama çalışkandı, görgülüydü, sakindi, saygılıydı herkese. Okutacaktı Güneş’i… Babasının ölümünün ardından aldı anası okuldan Güneş’i. Daha on sekizinde evlendirdi. Anasının temizliğe gittiği villanın tek oğluydu müstakbel koca bozuntusu. Söz, nişan yapıldı, ardından düğün dernek derken, bitsin diye yaşanan günler. Daha çok hızlanmalıydı Güneş, yeniden taksiye binmeliydi belki de lisenin yan sokağından.

Ah… Çeksem kokunu içime, saklayabilir miyim ki içimde? Sen kokumu da sevmezsin benim. Arabaların altına gire çıka motor kokusu sindi bedenime. Suzan seviyor kokumu. Ohh diyor, erkek gibi erkek kokusu budur, erkeğim benim! E tabi haliyle kabarıyor benim de göğsüm. Sen geç git öyle yanı başımdan kokunu bıraka bıraka sarı kadın… Var mıdır ki sana bakan bir erkeğin senin? Yoktur kesin! Siz paralı kadınlar öyle beğenmezsiniz herkesi. Suzan beğeniyor beni. Bizim öyle paramız yok belki bankalarda sizin gibi ama var ya, sen bilmezsin; gazete kağıdını serdik mi bizim ustayla yere, koyduk mu aslan sütünü, açtık mı bir de Müzeyyen’i, yok bizden daha zengini!

Ter içinde kaldım işte, aferin Güneş, çok lazımdı eski günleri yad etmek! Saçım bozulmamış olsun bari lütfen, adamın misafirlerine güzel görünmek, şık görünmek, bakımlı görünmek gerek, sense bile bile kalkmış sıcağın altında kafam kadar topuklularla koşturmaya çalışıyorsun! Sanki ruhun özgür de, satılmamış da, kafana eseni yapabilirsin de!…

Beyoğlu Belediyesi Evlendirme Dairesi kalabalık. Ter, heyecan, korku, sevinç, kaygı kokuyor içerisi. Evrak işleri, imzalar, belgelerin elden ele geçmesi, konuşmalar, tebrikler, ah çekişler, gülüşler, çekilen fotoğraflar… Suzan mutlu, Emrullah endişeli, bitse de gitsek! Biz gönül vermişiz birbirimize, söz demişiz, birbirimizin olmuşuz, nedendir bu prosedür yarabbi! Sanki devlet alacak beni koca diye!

Kocası pek aşık Güneş’e, manken gibi bedenine, sarı saçlarına, pamuk tenine, ondandır devamlı dokunma isteği. Koca sıfatındaki bu herifin her dokunuşu mor bir çiçek açtırır, her öpüşü arı gibi sokar, e, ne yapsın adam, insan suretinde bir patates olarak doğmuş olması onun suçu mu? Evlenirken sağlık raporunda DNA testi de yaptırılmalı, evlenecek erkeğin hipopotam ya da sığır genleri taşıyıp taşımadığına bakılmalı, e canım devletin bir görevi de vatandaşını korumak kollamak değil mi, yapsınlar görevlerini. He, sen böyle düşün dur Güneş Hanım, akşama göreceksin sığırı hipopotamı, Allah’ım sen yardım et, bitir bu günü!

Asma yapraklarının arasından sarkan sarı, mavi, yeşil, kırmızı ampullerle aydınlanan meyhane, hayatın içinden, hayatın ta kendisi… Mavi beyaz kareli kumaş örtülerin üstü beyaz kağıt örtülerle kaplı. Masalarda mezeler, rakı bardakları… Gözlerinin içine başka hayal girmesin diyor Zeki Müren. Yan masada bir kadının kahkahası, öteki masadaki gözlüklü adam belli ki efkârlı, ön masada oturan dört adam bir şeyler kutluyor, kadeh tokuşturuyor. Emrullah keyifli. Duble diyor garsona, su istemem, üç buz… Tamamdır, diyor Suzan, hallettik bu işi de.

Şimdi düşlerken seni sigaramın dumanında, vururken kadehimi Suzan’ın kadehine ve kutlarken nikâh gününü aldığımız bugünü; sen nerede ne yapıyorsundur diye düşünmem aldatmak olmaz Suzan’ı değil mi? Hallettik evet. Dokuzuncu ayın on birinde evleniyoruz. Evlenmeyip de ne yapalım söylesene sarı kadın! Dergilerde gördüğümüz sen gibi kadınları düşleyip zamanımızı mı yitirelim? Biz gerçeğimizi yaşarız. Bizi sevip sahipleneni başımızın üstüne taç ederiz. Laf ettirmeyeni, erkeğim diyeni bağrımıza basarız. Bak şu Suzan’ıma… Nasıl da atıyor kahkahasını, nasıl da vuruyor kadehini masaya! Yok, sarı kadın, seviyorum ben bu Suzan’ı be! Seviyorum Suzan’ı… Pek alımlı kadındın, perdeli bakışlarında vardır senin de bir hikâyen elbet, sen de mutlu ol be, sen de vur kadehini masana, çal sazını, söyle şarkını, sağlıcakla kal sarı kadın! Kadehini kaldırdı Emrullah… Suzan neşeli. Önce kadehler tokuştu havada, sonra masaya vuruldu, mutluluğa ve gelecek güzel günlere içildi.

Bir buz torbası daha koydu kemiğinin üstüne sarı kadın. Gece karanlık, gelecek günler hepten karanlık, içi karanlıktan da karanlık. Tekmeler acıtmasa da artık canını, süzülüyor nedense yaşlar, teni de morarıveriyor hala. Her günü bitsin diye yaşamak acıdan başka ne ki? Cenneti babamda cehennemi kocamda gördüm. Beni başka bir diyara, bilinmeyen bir evrene gönderirler herhalde!

Suzan, bak diyor, bir yıldız kaydı!
Yolu açık şansı bol olsun!