Kendini bildi bileli hiç sevmezdi kış aylarını. Hava yeter ki sıcak olsun, isilik olmaya bile razıydı. Hatta ölünce cehenneme gitmeyi dahi düşünüyordu. Belki sonunda iliklerine kadar ısınırdı orada. İşte o Cumartesi gecesi, böyle absürt düşüncelerin sularında sırtüstü yüzmeye başladı bizim Şayeste. İşten eve geldiğinde aklından geçen tek şey, ayaklarını şöyle güzelce uzatıp keyifli bir film izlemekti. Aradan geçen iki saatin sonunda kucağındaki Kontes’le birlikte polar battaniyenin altına iyice gömülmüş, patlamış mısır dolu kaseyi tek eliyle sıkıca tutuyordu. Diğer eliyle de avuçladığı mısırları, hiç nefes almadan hızla mideye indirerek, televizyondaki sıkıcı filmi boş gözlerle izlemeye çalışıyordu. Yok artık, bir film bu kadar da aptalca olamazdı herhalde?

İyice içi şişen Şayeste saate bakınca vaktin gece yarısını çoktan geçtiğini fark etti. Bir Cumartesi gecesini daha hunharca harcamıştı işte. Bravo bana! Kumandayı, koltuğun yanındaki yeşil lame sehpanın üzerinden öfkeyle alıp televizyonu kapattı. Bu arada kış kendini iyice hissettiriyor, dışarıda resmen kıyamet kopuyordu. Yağmur damlaları pencereye kurşun gibi hızla çarpıyor, deli gibi esen rüzgar ise ağaçları adeta pataklıyordu.Şayeste’nin kucağında simsiyah parlak tüyleriyle sere serpe yatan Kontes, gerinerek olduğu yerden doğruldu. Sonra bir kaç adım ötedeki diğer koltuğun üzerine doğru zıplayıp oturdu gözlerini patlatarak. Belli ki filmin saçmalığından, zavallı kedi bir çeşit geçici körlük ya da akıl tutulması yaşıyordu. Bu arada Şayeste de alakasız bir şekilde Kontes’in ne kadar şanslı bir kedi olduğunu düşünmeye başlamıştı. Mesela tüyleri sayesinde hiç üşümüyordu. Oysa o, üç battaniyeyi üst üste örtse ancak ısınıyordu. Üşümek deyince içi titredi bir an ve sarıldığı battaniyeyi iyice üzerine çekip koltukta uzandı boylu boyunca. Haftaya bugün rüyalarının aşkı Haluk’la evde suşi ve şarap keyfi yapmak için sözleşmişlerdi. Acaba ne giysem? Çekici ve baştan çıkarıcı olmak şart. Aylardır bu günü bekliyorum. Yattığı yerde derin bir nefes çekerken, turuncu saçlarında geziniyordu ince, uzun parmakları. Kalbi yaramaz çocuklar gibi zıp zıp zıplamaya başlamıştı. İlk görüşte vuruldum adama resmen. Heyecandan dengemi şaşırıp bandın üzerinden yuvarlanmasaydım iyiydi. Aklına o günkü şapşal hali gelince utancından al al oldu çilli yanakları. Spor salonundaki herkese de rezil oldum. Neyse ki sakarlığım bir işe yaradı sonunda. Düştüğü yerden kalkmasına yardım eden Haluk’la o günden sonra haftada bir iki kez kahve içmek için buluşmaya başlamışlardı. Tek kaşını havaya kaldırıp dudağını büzüştürürken, kısa bir süre tavanda şüphenin izlerini aradı gözleri. Bu adam bir işler karıştıyor ama dur bakalım zamanla çıkar kokusu. Ama çok yakışıklı be, o ela gözlerini görünce içim eriyor. Burnuna kadar çektiği battaniyeyi üzerinden atıp mutfağa geçti. Bir hararet basmıştı Şayeste’yi. Su kesmezdi, buz gibi bir şişe sodanın içine boca ettiği limonu çöpe attı. Bardaktakini yudumlarken yattığı koltuğa geri döndü. Bu sırada Kontes, oturduğu yerde hiç kımıldamadan tuhaf bakışlar atmaya devam ediyordu.Kediyi hiç umursamadan gelecek Cumartesi’nin hayalini kurmaya devam etti. Suşi iyi fikir, yemekle uğraşmama da gerek kalmaz. Eve biraz çeki düzen veririm yeter. Karşı koltukta onu süzmekte olan Kontes gözüne takıldı yeniden. Acaba kedilerden hoşlanır mı Haluk? Aman canım, olmazsa odaya kapatırım kediyi bir iki saatliğine. Mamasıyla suyunu da koyarım önüne, idare ediversin bir geceliğine. Haluk diyoruz sonuçta! Şayeste göz bebeklerine saplanan Kontes’in öfkeli bakışlarıyla bir anda hayaller aleminden çıkıverdi. Bir ürperti daha hissetti içinde ama bu kez üşümekle ilgisi yoktu. Bu kediyi sahiplendiğinden beri bir gariplik seziyor, yanında düşünmeye bile korkuyordu bazen.

— Kontes, kızdın mı bana? Ne olur bir gece idare ediversen? Zaten bu evde ekmek elden, su gölden yaşıyorsun. Kira derdin yok, geçim derdin yok. Neyse bakma bana dik dik, dur bakalım belki sever seni!
Kontes huysuzlanır gibi mırıldandı.
— Tamam, gel hadi gel sarıl bana, barışalım. Söz masada sana da tabak koyacağım, hadi gel.

Kedinin gönlü olmuş gibi sırnaşarak gelip girdi Şayeste’nin koynuna. Patilerle kollar birbirini sardıktan kısa süre sonra uykuya teslim oldu ikisi birden. Evin içinde her şey süt liman olmuşken, dışarıdaki kıyametin dozu giderek artmış, şimşek üstüne şimşek çakmaya başlamıştı. Yağmur damlaları kendini kaybetmiş, sokakta kaçışanların üzerine düşüyordu insafsızca. Son bir ışık daha çaktı gökyüzünde, güçlü bir ses ortalığı inletirken, odanın içindeki gölgeler yer değiştirdi ışık hızıyla. Artık bu dakikadan sonra gecenin absürtlüğü kim bilir kaç sabah daha devam edecekti!

Saatler birbirini kovalamış, horozlar günlük mesaisine çoktan başlamıştı. Dün geceki fırtınadan eser kalmayan bu şirin kış sabahında, koltukta öylece uyuyakaldığını fark eden Şayeste’nin canı sıkıldı biraz. İnşallah boynum, sırtım tutulmaz. Gözlerini açmak istemedi. Üzerinde bir miskinlik vardı nedense. Yattığı yerde gerindi. Offf, bu ne sıcak? Kombinin ısısını abartmışım dün gece galiba! Tuvalete kalkmak için doğrulmaya çalışırken ellerini fark etti ve korkuyla fırladı yerinden. İki ayağının üzerinde tökezleyerek yürümeye çalışıp boy aynasının önüne kadar geldi ve kalbi küt küt atarken kendini incelemeye başladı baştan aşağı. Vücudunun her yeri simsiyah tüylerle kaplanmıştı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de kocaman tüylü bir kuyruğu vardı üstelik. Bu da neyin nesiydi böyle? Zorla iki ayak üzerinde yürümeyi bırakıp dört ayak koşarak az önce uyuduğu battaniyenin altına geri döndü delirmemek için. Şu an kesinlikle korkunç bir kabus görüyordu ve tekrar uykuya dalıp geri uyandığında her şey normale dönmüş olacaktı. Gözlerini sıkıca yumdu. Patileri, yanındakine değince bu kez panikle battaniyeden tekrar dışarı fırladı. Turuncu saçların arasında mışıl mışıl uyuyan kendi yüzünü gördüğünde artık kafası iyice karışmıştı. Galiba kabus görmeye devam ediyordu. Daha dün geceye kadar içinde yaşadığı bedenin üzerine çıkıp öfkeyle tepinmeye başlayınca, neye uğradığını şaşırdı vücudun yeni sahibi. Korkuyla doğrulup gözlerini kocaman açarak, miyavlamaya benzer korkunç bir çığlık attı. Bu kesinlikle bir kabus değildi. Şu an kendi bedenin içindeki Kontes’in ta kendisiydi.

Bundan sonrasını tahmin etmek çok da zor değil. Evin içinde dakikalarca süren kaçışma ve isyan çığlıklarının ardından bir şeyin değişmediğini gören her ikisi de pes edip oldukları yere yığıldılar. Şayeste, konuşmaya çalıştı ama miyavlamadan öteye gidemedi. Kontes’i çekiştirerek lavabonun önüne getirip bir iki mırlama ve pati hareketiyle, yardımcı oldu onun yüzünü yıkamasına. Tam havluyu işaret ederken, birden diliyle ellerini yalamaya başlamaz mı Kontes! Şayeste baygın gözlerle bu sahneyi izlerken birden beyni yerinden çıkacak gibi oldu. Eyvah! Yarına kadar bu durumun düzelmesi lazım, işe gitmezsem kesin kovulurum. Öyle ki patronu onu hafta sonu hasta olmaması için sıkı sıkı tembihlemişti. Toplantıda önemli bir sunum vardı yapması gereken. Haluk’la olan randevusunu da haftaya ertelemişti sırf bu yüzden. Gerçi şu an randevuyu düşünecek hali bile yoktu. Kafasını toparlayıp önce Kontes konuşabiliyor mu onu öğrenmeliydi. Olmazsa işyerini ona aratıp birilerinin öldüğünü, acilen uçakla cenazeye falan gittiğimi söyletirim! Şayeste arka patilerinin üzerinde durup ön patilerini kullanarak miyavladı.

Kontes hala kedi olduğunu sandığı için konuşmayı aynı dilden tekrarladı. Şayeste önce başını öne eğip umutsuz bir şekilde salladı. Sonra öfkeyle miyavladı tekrar.
— Miyav diyovum bendevvv, evef miyaavv!

Kontes ağzından çıkan kelimelerle şaşkınlıktan bayılacak gibi oldu. Konuşuyordu bildiğin! Şayeste de sevindi bu duruma. Peltek, meltek konuşuyor ya ona bak sen! Belki daha inandırıcı olur. Bilmem kimin ölümüne üzüntümden inme indi, ilaçlarla zor düzelttiler derim işe döndüğümde. Sonra aklına parlak bir fikir gelmiş gibi Kontes’i lavaboda tek başına bırakıp soluğu masanın üzerinde duran bilgisayarın başında aldı. Patileriyle açma tuşuna basıp çalıştırdı cihazı. Bir şeyler yazmaya çalışmak çok daha zordu artık. Çünkü siyah patilerinden fırlayan sivri tırnaklar tuşlara takılıp duruyordu sürekli. On parmak yazmak şöyle dursun, her harfe tek tek basmak zorunda kalıyordu. İnternetten acilen diksiyon eğitim seti sipariş verdi. İki gün sonra elinde oluyordu. Bu saçmalık kaç gün daha sürecekti bilmiyordu ama en azından elinden geleni yapmalıydı. Burnuna yaş kedi mamasının kokusu gelmeye başladı birden. Kafasını bilgisayardan kaldırınca önce yere fırlatılmış boş konserve kutusunu gördü. Sonra da başını mama kabının içine gömmüş, büyük bir iştahla kabın içindekini döke saça yiyen Kontes’i. İçi bulandı Şayeste’nin, kusacak gibi oldu. Bir anlığına kendini o mamayı yerken hayal etti. Gürültülü bir hırlama çıkarınca her yanı sosa bulanmış yüz, korkuyla başını yukarı kaldırdı. Şayeste ön patisinden bir tırnak çıkarıp hayır anlamında sallarken, gözlerini kısmıştı sinirden. Kontes artık bir insana dönüşmesine rağmen, hala Şayeste’nin boyunduruğu altında olmaktan sıkılmıştı ama her ne kadar kediler nankör olarak bilinse de -ki bu aslında gerçek değildi- yine de sahibinin sözünden çıkmak gelmiyordu içinden. Çünkü seviyordu onu. Ama insanların sevgisi başkaydı. Hayvanlar gibi değillerdi, biraz vahşiydi onlar. O andan itibaren kendi bedenine kavuşmak için Şayeste’den daha fazla bir istekle saymaya başladı günleri.

***

Günler aynı absürtlükte geçip gitmeye devam etti. İş yerindeki patronu Kontes’in o korkunç konuşmasını duyunca üzülüp bir hafta izin verdi Şayeste’ye. Sorun büyüktü anlaşılan. Uzun süren uğraşların sonunda her şey biraz olsun yoluna girmiş, Kontes ise insan olmaya ayak uydurmuştu zamanla. Arada bir kafasının içinde bazı hesaplaşmalara girip geçmişin acısını çıkartmak istiyordu Şayeste’den. Zamanında onu evde tek başına bırakıp az gezmemişti tatillerde. Acaba Haluk gelince odaya mı kapatsaydı onu? O an yüzünde hain bir gülümseme belirip ardından hayvan kalbi kendini hatırlatınca, utanıyordu düşündüklerinden. Bütün bu saçmalıklara rağmen akşamları koyun koyuna girip film izleme keyiflerinden ödün vermiyorlardı. Filmdeki insanlar birbirine hakaret olsun diye “hayvan” deyince biraz şaşırıyordu Kontes. Bu arada Şayeste her gün internetin başında saatlerce büyü bozan dualar, bitkilerden yapılan karışımlar, büyücüler, medyumlar arayıp duruyordu ama kayda değer bir bilgiye ulaşamıyordu bir türlü.

Takvim, günlerden Cumartesi’yi gösterdiğinde Şayeste dalgın dalgın patisine sıkıştırdığı törpüyle tırnaklarını törpülemeye çalışıyordu. Bütün bir hayat bu bedene tıkılıp kalmaktan korkuyordu doğrusu. Hele o kumun içine tuvaletini yapmak ve sonraki aşama tam bir travmaydı onun için. Kontes saatlerce boşuna temizlemiyormuş kendini demek ki. Şu tüyler de sürekli dökülüyor zaten. Ne zamandır taranmadım, bağırsaklarımda düğüm düğüm birikti bütün kıl, tüy. Kusmaktan içim çıktı günlerdir, çıkmıyor da bu zıkkım. Zavallı Kontes! Hele şu eski halime bir döneyim, gözüm gibi bakacağım ona da, gelir mi o gün bilmiyorum tabi. İçi sıkıldı, elindeki törpüyü fırlatıp attı yere. Oturduğu yumuşak minderden gerinerek kalkıp Kontes’in yanına gitti. Yine kendini kaybetmiş, diliyle yerdeki kabın içinden su içmeye çalışıyordu. Bir hafta boyunca uğraşmıştı onunla ama arada iç güdülerinin etkisinde kalıyordu işte. Şayeste’nin de canı su içmek isteyince, masaya zıplayıp bardağın içindeki pipetle kana kana içti suyunu. Saate baktı. Haluk’la olan randevuya bir kaç saat vardı. Acaba arayıp iptal mi etselerdi? Bu kadar saçmalık arasında hiç sırası değildi aslında ama içindeki heyecana da engel olamıyordu bir türlü. Hem belki Haluk’u dışarıdan görmek onun için daha iyi olabilir, hislerini değerlendirme fırsatı bulabilirdi.

Saatler saatleri kovalamış ve sonunda beklenen vakit gelmişti. Kapının zili çaldığında hala bir şeyleri yoluna koymaya çalışıyorlardı. Kontes zorla yürüdüğü kırmızı topuklu ayakkabılarla birkaç adım atıp kapıyı açtı. Şayeste hemen kapıya koşup ön sırayı kapmıştı bile. Tam karşılarında diş macunu reklamlarını andıran bembeyaz bir gülüş ve bronz teninin sarmaladığı muhteşem fit vücuduyla Haluk duruyordu. Ona bakınca büyülenmemek pek de mümkün değildi. Kontes ve Şayeste kapının yanında durmuş ağızlarından süzülen salyaları zor toparlıyorlardı. Haluk elindeki şarap şişesini Kontes’e uzatırken, yanağına bir buse kondurdu.

— Şayeste, muhteşem görünüyorsun. İzninle içeri girebilir miyim?
— Aff tavi ki, lüvfeeenn.

Haluk bu peltek konuşma karşısında biraz afalladı ama belli etmemeye çalıştı. Kapıyı kapatıp Kontes’in beline doladı ellerini. Kontes gülümseyip anında sıyrıldı onun ahtapot kollarının arasından. Elindeki şişeyle, düşmemeye özen göstererek mutfağa doğru ilerlemeye başladı. Haluk’la baş başa kalan Şayeste, onun bacaklarına sürünerek dolanıyordu etrafında. Aslında biraz daha dikkatli baksaydı Haluk’un gözlerindeki nefreti görecek ve gafil yakalanmayacaktı o tekmeye. Bir anda karnındaki acıyla karşı duvara doğru yuvarlandı. O sırada Haluk’un nefret dolu sesi uğulduyordu kulaklarında.
— Lan çekil ayağımın altından, pis pire torbası. Defol uğraşamam seninle.

Hızla duvara çarpan kedi, acı bir çığlık atınca Haluk mutfak tarafına doğru baktı, gelen giden var mı diye. Neyse ki mutfaktakinin ruhu duymamıştı olanları. Çarpmanın etkisiyle sersemleyen kediyi, onun manevra yapmasına fırsat vermeden ensesinden tutup boş bulduğu bir odaya doğru fırlattı. O sırada telefonu çaldı. Arayan numarayı görünce kediyle birlikte odaya girip kapıyı kapattı. Zavallı Şayeste’nin canı öyle çok yanmıştı ki ağrıdan kımıldayamıyordu. Ne de olsa alışık değildi kediler gibi kendini kollamaya. Yattığı halının üzerinden Haluk’un konuşmalarına kulak kabartmaya başladı.

— Hayatım şu an toplantıdayım, önemli bir şey var mı?… Ne toplantısı mı? Sana söyledim ya dün, Japon’larla birlikte yürüttüğümüz proje hakkında diye?… Yok sevgilim çok uzun sürmez, birkaç saate gelirim. Zaten sıkıcı bu Japon’lar.

Şayeste’nin duydukları karşısında gözleri gittikçe büyüdü. O minicik dilini neredeyse yutacak gibi olunca öksürüğe benzer garip bir ses çıkardı art arda. Telefonda konuşmakta olan Haluk, kediye yarı endişe, yarı öfke arası bir bakış atarak konuşmasına devam etti:

— Hayır sevgilim iyiyim ben, yanımdaki japon adam öksürdü… Evet bir garip öksürüyorlar haklısın. Adamlar pirinç yemekten kimyaları değişmiş işte… Tamam hayatım, çocukları öp benim için. Babalarının onlara bir sürprizi var…Tamam hayatım, ben de sevgilim, seni seviyorum.

Haluk konuşmasını bitirince kapıyı yavaşça araladı, etrafta kimse var mı diye çaktırmadan ortalığı kolaçan etti. Bu kız mutfakta düşüp bayılmış mıydı yoksa? Altı üstü şarap şişesini biraz soğuması için buzdolabına koyup gelecekti. Sessiz adımlarla çıktı odadan. Kapıyı özelikle açık bıraktı dikkat çekmemek için. Zaten kediyi iyi benzetmişti, gelip ona bulaşacak hal bırakmamıştı onda. Belki de geberir giderdi. İnsanlarla uğraşamıyordu, bir de kediyle mi uğraşacaktı! Bu arada Şayeste, telefon konuşmasında duyduğu son cümleyle neredeyse kendinden geçiyordu. Pis zampara! Allah belasını versin demek evliymiş! Kafasındaki taşlar yavaş yavaş yerine oturuyor, soru işaretleri hızla cevaplarını buluyordu. Bir anda içinde durdurulamaz bir öfke belirmeye başladı. Kalbi küt küt atıyordu. Gözlerinden alev fışkıracağını sandı adeta ve nasıl olduğunu anlamadığı bir güçle yerinden ok gibi fırlayıp avına saldıran panter misali Haluk’un sırtına atladı. Keşke sabah tırnaklarımı törpülemeseydim diye düşündü ama yine de Haluk’un gömleğinin üzerinden etine batırabilmişti pençelerini. O anda çığlık üstüne çığlık attı Haluk ama çok geçti. Şayeste sırtından başına doğru geçip önce saç derisine ardından da yüzüne acımadan pençe atıyordu. Haluk kanlar içinde kıvranırken, bir yandan kediyi üzerinden atmaya çalışıyordu ama nafile. Gözü dönen Şayeste, pençeleriyle adamın vücudunda derin çizikler açıp ellerini dişleriyle koparırcasına ısırıyordu.

— Şayeste imdaaaattttt yardım et, bu canavar beni öldürecek galiba! Nerdesin beee!

Üzerindeki kediden kurtulmaya çalışırken sürünerek mutfak olduğunu düşündüğü kapının önüne kadar geldi ve son gücüyle kapıyı açtı. Keşke o manzarayı göreceğine kör olsaydı. Şayeste zannettiği kadın, mutfaktaki yeri elleriyle anlamsız bir şekilde eşeliyordu. Ardından yere eğildi ve az önce fayansın üzerine yapmış olduğu dışkıyı koklayıp tekrar elleriyle eşelemeye devam etti. Haluk kusmamak için zor tuttu kendini. Ne çeşit bir manyağın evine gelmişti böyle. Bir kaç kez öğürdü ama kusmak şu an en son istediği şeydi. Güçlü bir refleksle kedinin dişlerini geçirdiği elini salladı. Diğer eliyle de onu ensesinden yakalayıp etinin kopması pahasına hızla çekiştirdi. Gücün etkisine karşı koyamayan kedi Haluk’un üzerinden yere yuvarlanınca Haluk, bunu fırsat bilip çevik bir hareketle mutfaktan dışarı fırlayarak kapıyı kediyle kadının üzerine kapattı. Koşarak dış kapıyı açtı. Tam o sırada duvara monteli boy aynasından yansıyan yüzüyle karşı karşıya kaldı. İşte bu onun pis yüzüydü. İçinde saklanan yalanların yansıdığı iğrenç yüzü. Ne var ki bunu hala göremiyordu. Tek düşündüğü şey, yakışıklığına gelen zarardı. Evdeki karısına söyleyeceği tonlarca yalan taşıyordu zaten iç cebinde.

— Lanet olsun. Yara izi kalır mı acaba? Şu yüzümün haline bak, pisikopat kedi. Ya kaçık kadına ne demeli! Lanet olsuuunnnnn!

Hızla apartmanın basamaklarını inip dışarı attı kendini. Lanetler yağdırmaya seri bir şekilde devam ediyordu. Zaten yağmur da başlamıştı. Arabaya gidene kadar ıslanmasaydı bari. Yüzü ve kollarına değen yağmur damlaları daha çok canının yanmasına neden oluyordu. Arabasının önüne geldiğinde, cama yapışan salyangozu gördü. Siniri iyice bozuldu. Bu lanet ve iğrenç yaratığı ellemek istemiyordu şu an ama öylece camda durmasına da izin veremezdi. Haluk arabasının önünde durmuş ceplerinde mendil ararken Şayeste ve Kontes de yerdeki dışkıya bakarak afallamış bir halde mutfağın zemininde oturuyorlardı. Kısa bir sessizlik oldu. Ardından yarı insan, yarı kedi bir kahkaha kopardılar. Sırtüstü yere yatıp ayaklarını yukarı kaldırarak tepine tepine gülüyorlardı. Şayeste tepindiği yerden doğrulup Kontes’in başucuna geldi, gözleri özür diler gibi bakıyordu. Sonra yanağına insanlara özgü bir öpücük kondurmaya çalıştı ama dişleri Kontes’in yüzüne battı. Ardından yine deli gibi kahkaha atmaya devam ettiler.

Haluk cebinde yalandan başka bir şey bulamayınca yerde gözüne çarpan gazoz kapağını aldı eline. O pis sümüklü böceğe dokunmak istemiyordu. Yağmur hızını iyice artırmış, gök gürlüyordu. Ardından art arda ışıklar çakmaya başladı gökyüzünde. Sırılsıklam ıslanan Haluk, gazoz kapağını tuttuğu elini havaya doğru sallayıp lanet okudu yine. Güçlü bir gürültü koptu o sırada. Ortalık aydınlanırken Haluk’un elindeki kapak güneş gibi parıldadı. Dört faklı gölge ışık hızıyla yer değiştirdi. Haluk olduğu yere yığılıp kalırken salyangoz camda duyulmayan çığlıklar atıyordu. Sonunda lanet yerini bulmuştu…