Demini almış papatya çayını fincana boşalttı, tatlı sarı sıvının rahatlatıcı kokusu burnuna yükseldi. Yağmur hâlâ dinmemişti, perdelerini hiç kapatmadığı pencerenin önündeki koltuğuna yerleşti. Karşısındaki boş koltuğa fincanını kaldırdı, sağlığına, dedi. “Sağlığımıza” diyemedi. Kalbi bu kadar ağrıyorken sağlık filan, boş işlerdi bunlar.

Bu üstü kalplerle süslü fincanı da, bu birbirine çok yakışan biri mor diğeri yeşil renkli iki koltuğu da, bu uçuşan ama hiç tam olarak kapatılmayan perdeleri de o seçmişti. Perde dediğin uçuş uçuş olmalı ama hep aralık kalmalıymış, öyle derdi. Papatya çayı içmeye de onunla alışmıştı, ruha iyi gelirmiş, bir de bunu derdi. Onunla içtiğinde her şeye iyi geliyordu gerçekten.

Sonra gitmişti, kalpli fincanları, mor ve yeşil renkli koltukları, uçuşan perdeleri, papatya çaylarını ve onu bırakıp gitmişti. Ha, bir de Leyla’yı.

Sokaktan bulup getirdiğinde minicikti Leyla, daha gözleri bile açılmamıştı. İkisi de çok sevdiler bu turuncu şeyi, ama birlikte çok sevdiler. Az büyüdüğünde koltuklara tırnaklarını geçirmesine bile ses çıkarmadılar. Leyla en çok yeşil koltuğu sevdi, güneş en çok oraya vuruyordu. Yeşil koltukta onun kucağında oturmayı, başını eğdiğinde dizlerine değen kıvırcık saçlarıyla oynamayı daha da çok sevdi. Giderken kıvırcık saçlarını götürmüştü ama.

Leyla yeşilden kalktı, gerindi, usulca gelip kucağına yerleşti, kulaklarını dikip yağmuru dinlemeye başladı.
Yağmurun dinmesini hatta güneşin yüzünü gösterip ortalığı az buçuk kurutmasını beklemeliydi. Tam giderken üstünün başının çamur olmasını istemiyordu. Evet ya, tertemiz gitmeliydi.

Güneş, çayının bittiğini anlamış gibi bulutların arasından sıyrıldı, ortalığı ısıtıverdi. Leyla kucağından zıplayıp yine yeşile yerleşti, kıvrıldı, tortop oldu, guruldamaya başladı.

Zaman gelmişti, mutfağa gidip fincanını duruladı, bulaşıklıktaki daha iki gün önce yıkanıp kapatılmış diğer kalpli fincanın yanına yerleştirdi. Öyle aniden, çay içerlerken söyleyivermişti gideceğini, artık burada kalmak istemediğini. Yıkana yıkana kalpler soluyordu sanki.

Leyla’nın mama ve su kabını kontrol etti, iki günlük yiyeceğin var şekerim, dedi yüksek sesle. Birileri seninle ilgilenene kadar aç kalmazsın. Leyla şöyle bir kımıldadı, gerindi, öte tarafa dönüp guruldamaya devam etti.

Kapının tam yanındaki bavulu az kenara çekti, çatıya terlikle çıkılmazdı şimdi, hâlâ ıslaktır, ayakkabılarını giyse iyi olacaktı.

Yukarının serinliği ürpertti, hay Allah, sırtına da bir şeyler almamıştı, aman canım, ne gerek vardı ki, zaten çok uzun sürmeyecekti.

Güneş yükseldikçe küçülen su birikintilerinin üzerinden atlayarak dördüncü katın beton korkuluğuna yanaştı, göğsüne kadar gelen duvara kollarını dayadı, taze havayı içine çekti.

Tam da burada ne çok oturmuşları onunla, hiç üşenmeyip balkonun kırmızı beyaz çizgili şezlonglarını yukarı taşımışlar, gün batımlarını seyretmişler, dolunaya hikâyeler uydurmuşlardı.

Sonra o gitmişti, kırmızıyı da beyazı da, tüm o hikâyeleri de bırakıp gitmişti.

Yavaşça korkuluğa tırmandı, ayaklarını aşağı uzattı.

Ne yapacaktı şimdi, tüm o kalplerle, yeşille morla, gün batımlarıyla, gelip giden dolunayla, Leyla’yla, en çok da ağrıyan kalbiyle nasıl başa çıkacaktı.

Bulutlar birbirlerinin peşi sıra toz olup gittiler, gökyüzü güneşe kaldı. Leyla iyice keyiflenmiştir şimdi, diye düşündü. Kaktüsler de öyle. Sulamayı unutmuştu ama birileri ilgilenene kadar onlar zaten idare ederlerdi. Evin her yerine yayılmış kaktüsleri de o ekmişti. Asla satın almazdı, gittikleri gezdikleri yerlerde gözüne kestirdiği değişik bitkilerden incecik bir dal koparır, sonra eker çoğaltırdı. Yeşil elleriyle ektiği her çiçek mutlaka tutardı.
Giderken çiçeklerini de bırakmıştı.

Annesi de çok severdi çiçekleri, belki saksıları alıp bahçesine götürürdü. Ona da başını koyup ağlayacağı bir omuz bulmalıydı. Bir şarkıda duymuştu bunu, anneme ağlayacağı bir omuz bulun.

Tüm o kaktüslerin dikenleri toplanıp el birliğiyle batıyormuş gibi ağrıyordu kalbi.

Bir çığlık duydu sonra, kalbinden geliyor sandı, tam da öyle sandı. Bedeninden taşmadığını anlamak birkaç dakikasını aldı, etrafına bakındı, martılar konuşmazdı, kargalar da öyle.

Çığlıklar çoğaldı, birileri bağırıyordu, başını eğip aşağıya baktı, kalp ağrısını bir an için unuttu. Biraz önce bomboş olan sokak ne ara bu kadar kalabalıklaşmıştı, bunca insan ne diye toplanmıştı. Protesto yürüyüşü filan mıydı acaba ama tam şu aşağısı bu tür yürüyüşlerin güzergahı değildi. Büyük meydanlarda filan olurdu öyle şeyler. Ne yapıyordu bu insanlar bağıra çağıra? İyice kulak kabarttı.

— Yapma sakın, dedi biri.
— Hayat güzel, daha gençsin, dedi başka biri.
— Buradan pek de genç görünmüyor, dedi bir tanesi.
— Atlasın bence, hayat bombok zaten, dedi, bir başkası.
— Hadi kardeşim, atlayacaksan atla, işimiz gücümüz var, dedi öbürü.

Ne diyorlar? Atla mı diyorlar? İşleri mi varmış? Neymiş? Korkuluğun kenarına sıkı sıkı tutunup başını az daha eğdi.
— Bana mı diyorsunuz? diye seslendi.
— Bak bir de soruyor, mart kedileri gibi dama çıkan başka birileri var mı burada?
— İtfaiyeyi aradınız mı?
— İtfaiyeyi ne yapacaksınız? Yangın mı bu?
— E branda filan gererler, atlarsa onun üzerine düşsün diye.
— Atlayacak insan itfaiyeyi beklemez bence.
— Beklemesin zaten, biz de işimize gücümüze bakalım.
— Ambulans çağırın ambulans.
— Dördüncü kattan atlayınca ölmez de bu şimdi.
— Çek kız çek, telefonun şarjı yeter mi ki?
— He valla, biz de çekelim, TV kanallarına satarız, iyi para veriyorlarmış.
— Bak hâlâ bakıyor, atlasana be adam.
— Günah oğlum günah, intihar edersen cennete almazlar seni.
— Sen de sus be anacım, cennet mennet karıştırma şimdi.
— Kız meselesi mi oğlum, boş ver, elini sallasan ellisi.
— Getirelim mi kızı? Sal aşağıya telefon numarasını.
— Ayıp ayıp, el alemin kızının telefonu mu istenirmiş.
— Ne yapalım bey amca, atlamıyor o da.
— Bana bak, şu kırmızı arabanın üstüne atlama sakın, az yana kay ya da az bekle de çekeyim arabayı, bu kalabalıkta nasıl çekeceksem!
— Güneşin altında bekleye bekleye de piştik…
— Yağmur yağarken bekleseydik daha mı iyiydi, en azından kuru havada atlıyor da ıslanmıyoruz şükür.
— E hâlâ atlamadı…

Dinledikçe şaşırdı, şaşırdıkça dinledi. Papatya çayının mesanesine yaptığı baskıya daha fazla dayanamadı sonra, ani bir kararla fermuarını indiriverdi.
— E hani yağmur dinmişti, dedi biri.
— Güneşli havada yağmur mu yağarmış, dedi öbürü.
— Gökkuşağı da çıkar şimdi, dedi başka biri.
— Aslında iyi oldu, pişmiştik burada, azıcık serinledik, dedi beriki.
— Bulutsuz gökten yağmur yağıyor, bu Allahın işi, dedi öteki.
— İyice bastırmadan dağılalım en iyisi, zaten bu da atlamıyor, dedi hepsi.
Martılar kargalar filan hep çığlık çığlığa güldüler.